Büyük piyango bana çıktı Oğlumu ben büyüttüm

Melih Fereli... Bilim, kültür ve sanat adamı. Yüzde 100. İstanbul Erkek Lisesi’nde okudu. Sıkı bir Alman eğitimi aldı.

Sonra AFS ile ABD’ye gitti. Döndü Robert Kolej’de okudu. Bitirdi ABD’ye gitti, mühendislik okudu, "Akışkanlar Mekaniği" üzerine master yaptı. Yüzde 100 mühendis oldu. Mühendis olarak da çalıştı. Ama aynı zamanda Londra Philharmonia korosunda tenordu. Koronun hamisi Prens Charles’dı. O dönemde protokol de öğrendi. Döndü İstanbul’a geldi, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın genel müdürü oldu. Aydın Gün’den sonra. Nejat Eczacıbaşı’nın özel isteğiyle. Tam 8.5 yıl vakfı yönetti. Bir sürü etkinliğe, kazınamayacak şekilde imzasını attı. Bu yüzdendir ki /images/100/0x0/55ea4b3af018fbb8f87685b5İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth tarafından askeri bir nişanla ödüllendirildi. "Vay be!" diyorsunuz değil mi, "Ne adam. Ne müthiş, ne başarılı bir adam..." Ama hayatı çalışmakla geçmiştir, hiçbir şeye vakit bulamamıştır diye düşünmeye başlarsanız, fena halde yanılırsınız! Melih Fereli’nin en büyük başarısı elde ettiği sıfatlar değil, büyüttüğü oğlu Altay Fereli... Küçücükken, baba-oğul birlikte yaşamaya başlıyorlar ve hiç ayrılmıyorlar...

19 yıl önce eşinizden ayrıldınız. Bu ayrılıkla ilgili yaşadığınız temel endişe neydi?

- Ayrılma kararını verdiğimizde oğlumuz Altay bir buçuk yaşındaydı. Bizim yüzümüzden bir travma yaşayacaktı. Temel endişem buydu: Oğlum. Annesinin yanında olmasından daha doğal bir şey olamaz diye düşündüm ve durumu kabullendim. Bundan böyle Altay, annesiyle büyüyecekti. Ama tabii insanın evladından ayrı kalması müthiş bir ıstırap. Üstelik İngiltere’de yaşıyordum, "N’apalım, ben de İstanbul-Londra arasında mekik dokurum" dedim.

Oğlunuz bebekken de onunla bağlarınız kuvvetliydi, öyle mi?

- Hem de nasıl. Gece mamalarını ben veriyordum. Bundan da müthiş zevk alıyordum. Annesinin daha fazla yorulmasına, gece kalkmasına gerek yoktu yani. Annesiyle yarışıyordum resmen bu konuda. Kucağıma alayım, besleyeyim, göğsümde uyutayım... Oğlumu uyku halinde ya da beslenirken izleyebilmenin keyfi, başka hiçbir şeyde yoktu. Eşimin de itirazı yoktu, hatta beni destekliyordu. Babayla oğul arasındaki ilişkinin biberonla süt verme noktasına kadar uzatılabileceği, psikoloji biliminde var mı yok mu bilmiyorum ama ben o alana da girmek istiyordum. Gönüllüydüm, üstelik çok yatkındım. Altını değiştiriyordum, uyutabiliyordum, ninniler söylüyordum ve bütün bunların aramızda müthiş bir bağ oluşturacağına inanıyordum.

Peki sonra ne oldu da kendinizi o küçük erkek çocuğuyla baş başa buldunuz?

- Ben ondan uzakta kalınca, oğlum biraz hırçınlaştı. Türkiye’ye daha sık gelmem gerekti. Geldim ama yetmedi. Annesi onu sık sık bana, Londra’ya göndermeye başladı. Ve günün birinde, "Onu sen büyüt, daha iyi olacak" dedi. Aslında hepimizin hayatını kolaylaştıracak en iyi çözüm buydu. Böyle bir şeyi bir Türk ailesinde hatta Avrupalı bir ailede bile göremeyebilirsiniz. Bir anne, bebeğini babaya veriyor, "Doğrusu, senin onu yetiştirmen" diyor. Bence bu, eski karımın ne kadar olağanüstü birisi olduğunu gösteriyor. Ve bana ne kadar güvendiğini. Bu da bana inanılmaz gurur verdi. Bir sürü kadın asla böyle davranamaz. Bir sürü kadın, çocuğunu bir çekişme unsuru haline getirir. Ama o yapmadı, oğlunu en az benim kadar seviyordu ve müthiş bir fedakarlıkla bana verdi. Çünkü benim ortamım daha sakindi, yaşadığım hayat daha düzenliydi...

Peki siz ne yaptınız?

- Önce şok! Tarif olmayan bir korku: Erkek başıma becerebilir miyim, çocuk büyütebilir miyim? Sonra da tarifi olmayan bir heyecan ve mutluluk! Aklım başıma geldikten sonra fark ettim ki, dünyanın en büyük piyangosuydu, bana çıkmıştı...

Durumu kabullendiniz yani...

- Kabullenmez miyim? Hemen "Tamam" dedim. Bana verilmiş en büyük şanstı. Bir sürü özveride bulunmam gerektiğini biliyordum ama hayatım boyunca verdiğim en iyi karar. Bugün geriye baktığımda, o karardır beni anlamlı bir insan haline getiren, zenginleştiren...

İyi de neye güvendiniz? Acayip bir cesaret! Bir annenin sabrını, şefkatini, korumasını, kollamasını, bunların hepsini birden yerine getirebilme inancını nereden buldunuz?

- Bilmiyorum. Sadece gerçekçi oluşuma güvendim. Bu konuda hayal kurmadım. Anne olmaya filan da kalkmadım. Küçük bir çocukla bir adamdık, kendimize bir hayat kurduk, baba-oğul olarak.

Oğlunuzu bu kadar sahiplenmenizin sebebi kendi geçmişinizle ilgili olabilir mi?

- Olabilir. 11 yaşındayken ailem beni İstanbul’da yaşamalarına rağmen İstanbul Erkek Lisesi’ne yatılı verdi. Bu durum içime çok oturdu. O yıllarda, çocukluk tabii, "Benden kurtulmak istediler. Bana kumpas kurdular!" gibi gelmişti. Oysa benim için yaptıkları iyilik, onlar için de, sonradan çok takdir ettiğim bir fedakarlıktı. O yüzden hayat boyu temas, yakınlık, koşulsuz sevgi benim için önemli oldu. Ben yoksun kalmıştım, oğlum kalmasın istedim. Bir de sabırlı bir tipim, kolay kolay yılmam. Ama tüm bunların yanı sıra son derece analitik, stratejik ve planlamacı bir tipim, mühendislik eğitimi aldım. Olayları değerlendirirken gerçekçiyimdir. Neyi yapabilirim, neyi yapamam bilirim. Oğlumu büyütebileceğime kanaat getirdim.

Hiç mi aklınızdan "Ya çocuğun hayatını kaydırırsam?" diye geçmedi...

- Geçti. Ama bu soruyu kendime sorduğum zaman, içimde bir diyalog oluşuyordu. Niçin kaydırmayacağımın cevabını da vermeye başlıyordum. Sevgi, akıl ve gerçekçilik birleşecek diyordum. Ve kesinlikle bencil olunmayacak. Bir çocuk yetiştirmek, müthiş bir ego. Tabii ki insanın egosu okşanıyor. Çünkü bir hamur yoğurur gibi ona şekil veriyorsun, elması işleri gibi işliyorsun. Zor ama dünyanın en olağanüstü şeyi.

Ne gibi stratejiler geliştirdiniz...

- Önce, "Küçük bey bu evde rahat edecek mi?" diye düşünüyorsun. Mekanı ona göre düzenlemek istiyorsun. O konuda hiçbir sorunum olmadı. Çünkü mekansal bir değişiklik ihtiyacı hissetmedik. Oğlum son derece uyumluydu. Sadece akşamları onunla uyumamı istiyordu, "Tamam seninle yatarım, sana masal da okurum, ninni de söylerim, ama sonra ben aşağıya ineceğim" diyordum, "Bensiz uyumayı öğrenmen gerekiyor." Günlük yaşantıda hiçbir sorunumuz olmadı. Çalışma saatlerimi ona göre ayarlamıştım. Tek sorun vardı: Tenor olarak görev yaptığım Londra Philharmonia Korosu’yla bir turneye çıkacaksam, Altay’ı biriyle bırakmam gerekiyordu. Ya Türkiye’den annemle babam geliyordu, ya da eski karım. Bunlar da bir şekilde ayarlanıyordu...

Yemekler, hijyenik şartlar, çocuğun büyüme şartları...

- Bunları çok kolay geçtim. Benim elim çok yatkın. Hálá ABD’den geldiği zaman "Ne yemek istersin evladım?" derim. İstediği yapabileceğim bir şeyse, hemen pişiririm. Günlük faaliyetlerimizi yürütmekte, demin söylediğim gibi sorun yaşatmadık. Ama disiplin konusunda çatıştığımızda, "Allah’ım durumu nasıl toparlayacağım?" diye zorlandığım oldu.

Nasıl yani?

- Mesela saat 7’de yatması lazım ama o oynamak istiyor. Oysa ertesi gün ben işe gideceğim, o da yuvaya. Uyumak zorunda. Anne-baba birlikte yaşadıkları zaman, çocuk birinden birine naz yapıp disiplin kuralını esnetmeye çalışır. Bizde böyle bir şey olmadı. Evde yalvarabileceği, kandırabileceği bir başka ebeveyn yoktu. Bu yüzden zaman zaman kırıldığı oldu. Hiç unutmam bir defasında, Early Learning Center’dan aldığımız İsveç malı tahta bir trenle oynuyordu. Çok eğlenceli bir oyuncaktı. O da trene hayran kaldı. Bırakıp uyumaya gitmek istemiyor. Saatler de geçip gidiyor. Ben de "Eğer yatmazsan, bu treni toplarım, dükkana geri götürürüm" dedim. "Yapamazsın!" dedi. "Tabii ki yapmam, şakaydı" desem, bütün otoritem yerle bir olacak. Lafımdan geri de dönemezdim. Tahta treni topladım, arabanın arkasına koydum. Geri vermedim ama mağazaya götürmüş gibi yaptım. Çok üzüldü, hatta mahvoldu. Ama bir daha uyumakla ilgili problemimiz olmadı. Hep zamanı gelince yattı.

Dadısı-madısı...

- Öyle şeylere de hiç gerek duymadım. Bütün hayatımı Altay’a göre ayarlamıştım. Memur olsam bunu yapamazdım. Tabii o zaman Altay dadıların elinde kalırdı. Birkaç saatliğine gelen baby sitter’lar vardı o kadar. Asli görevi Altay’ı büyütmek ve ona bakmak olan bir dadı hiç yoktu. O da bendim...

Kendinizle hesaplaşıyor musunuz? Bir annenin verebileceği konforun tamamını verebildiniz mi?

- Hiç sanmam. Bir anneyi taklit etmek gerçekçi olmazdı. Altay’ın çok küçük yaşta anlaması gerekiyordu ki, ben hem anne hem baba olamam. Babayım. Hiçbir zaman anne rolüne girmedim.

Geceleri "Anne" diye bağırırlar ya...

- Hayır, bizimki genellikle "Baba" diye bağırıyordu...

Peki babasıyla büyümesi gerçeği onu zorladı mı?

- Çok kolay kabul etti. Hatta neredeyse bu kararın alınmasını bekliyor gibiydi. Doğrusu ve normali buymuş gibi.

Bütün bunlar, anneyi üzmemiş midir?

- Mutlaka üzmüştür. Ama o, bütün bu fedakarlıkları çocuğu için yaptı. Tüm bunları göğüsleyemeyeceğini düşünseydi zaten kalkışmazdı.

İki erkek olarak birlikte yaşamanın keyfine en çok ne zaman vardınız?

- Ben İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın Genel Müdürlüğü’ne gelince İstanbul’a taşındık. O yıllarda birlikte olmanın keyfini çok çıkardık.

En zor döneminiz hangisiydi?

- 11-15 yaş arası. Çünkü o dönem, bir çocuğun herkesten ve her şeyden bağımsız birey olma çağı. Sen baba olarak, evrensel değerlere tutunan, gerektiğinde düşüncelerini duygularının önüne koyabilen, sevgi ve saygı dolu bir insan yetiştirmek istiyorsun. Ama o, senden olduğu kadar kendi çevresinden de etkileniyor ve kendi sonuçlarına varıyor. Baba olarak onu ne kadar şekillendirmeye çalışırsan çalış; o, okuldan, mahalleden, yakın-uzak çevreden, okuduklarından, gördüklerinden, arkadaşlarından ve yaşadıklarından etkileniyor. Tabii bu durumda bazı çatışmalar, inatlaşmalar söz konusu olabiliyor. Gerçi ben, o kritik yaşlarında Altay’a bir formül empoze etmeye çalışmadım. Sadece seçeneklerinin neler olduğunu gösterdim, o seçti...

Kavgaları, anlaşmazlıkları nasıl aştınız? Metotlarınız var mıydı?

- Tartıştığımız, kırıldığımız zamanlarda birbirimize sarılır ağlaşırdık. Birbirimize içimizi dökerdik. Asla küs kalmadık...

Bu arada, sizin özel hayatınız ne oluyor?

- Özel hayatım olmadı. Evet büyük bir özveriydi. Ama onun güvenini sarsacak hiçbir şey yapmamam gerekiyordu, yapmadım.

Onun en çok nesine güveniyorsunuz?

- Affediciliğine ve kin tutmayışına güveniyorum. Hiçbir şekilde içinde negatif bir şey yaşatmayan bir çocuk. Bu da çok hoşuma gidiyor. Ayrıca adalet duygusuna ve insan ilişkilerindeki duyarlılığına güveniyorum. Tabii zekasına ve yeteneklerine de...

Ona "eserim" gibi mi bakıyorsunuz?

- Hayır asla! Bu, sahiplenme duygusunu pekiştiren bir ifade. Ama bu "pırlantanın" işlenişinde emeğim olduğunu düşünmek isterim...

Oğlunuz sizinle büyüdü diye kendinizi daha mı çok sevdiniz?

- Galiba öyle. Kendimi faydalı ve işe yaramış biri gibi hissettim!

Peki oğlunuz üniversiteye ABD’ye gidip evden ayrıldığında ne hissettiniz?

- Benim için çok büyük bir boşluk oldu. Depresyona girdim. Üç dört gün eve gidemedim, üst kata çıkamadım. Her sömestr başlangıcında onunla vedalaşırken aynı korkuyu yaşıyorum. Ama şimdi oğlum burada, benden mutlusu yok...
Yazarın Tüm Yazıları