Bunu saymayız yine gel...

EKONOMİK açıdan yüz güldüren sonuçların alındığı bir yıla veda ediyoruz. Onun için ‘bunu saymayız yine gel’ diyoruz.

Doğru ekonomi politikaları uygulayarak elde edilmeye çalışılan hedeflerin başında ‘büyüme’ gelir. Zaten ekonomi biliminin insanlığa faydası ‘zenginleşme’nin yol ve yöntemlerini bulup ortaya çıkarmasıdır. Zaten büyük usta Adam Smith de bundan 200 yıl önce yazdığı dev kitabının adını kısaca ‘Milletlerin Zenginliği’ koymuştu.

2004'ün kısa bir değerlemesini yapalım.

1. Büyüme. Geçen yıl içinde milli gelirimiz yüzde 8 civarında artmış olacak. Bu hız, Türk ekonomisi için az rastlanan bir performanstır. Dolayısıyla, büyüme dersinden ekonomimiz ‘pekiyi’ almıştır. Bu sonucu: a) siyasi istikrar, b) özel sektörün dinamizmi, c) doların değer kaybı, e) dünyada faizlerin düşük seyri dolayısıyla Türkiye’ye akan ‘sıcak para’ sebeplerine bağlıyorum.

2. Enflasyon (sadece Tüketici Fiyat Endeksini dikkate alın) yüzde 10’lar düzeyine gerilemiştir. 30 yıldır devam eden yapışkan enflasyon illetinden sonra buraya gelinmiş olması ciddi başarıdır. Bu dersten de ‘pekiyi’ notu veriyorum. Enflasyonun bu şekilde düşmesinin teknik sebebi, Merkez Bankası tarafından uygulanan ‘örtülü kur çıpası’ politikasıdır. Ancak izlenen bu politikanın yükünü yüksek reel faiz vererek Hazine çekmektedir. Bir benzetme gerekirse, ‘tokmak Merkez Bankası’nda, "davul Maliye’nin sırtındadır’. Yani başarının yapısal sebebi, Hükümetin ‘faiz dışı fazla’yı tüm siyasi risklerine rağmen sürdürmesidir. Bu derste, pekiyi notu, başbakan takviyeli Maliye Bakanı’nadır.

3. Milli gelir dağılımı. Performans kriterlerinden üçüncü olan bu dersten ekonomiye ‘iyi’ not veriyorum. Gelir (ve servet) dağılımı daha eşitlikçi hale gelmektedir. Bu düzelmenin ana sebebi, reel faizlerin düşmesidir. Özellikle, tassarruflarını dövizli enstrumanlarda değerlendirenler, bir yıl öncesinde olduğu gibi, bu yıl da ‘eksi’ faiz almışlardır. Faizin eksiye düşmesi ‘ücret ve bezeri emek kazançlarının’ milli gelirden aldığı payın artması demektir.

4. İstihdam artışı. Ekonominin yüzde 8 büyüdüğü bir ortamda, istihdamın gerilemiş olması ihtimali çok düşüktür. Bir ekonomide bir yıl içinde yüzde 5’ten fazla verimlilik artışı yani ‘çalışan kişi başına üretim’ sağlamak mümkün değildir. Dolayısıyla, istihdamın mutlak rakkam olarak arttığını kabul ediyorum. Bu dersten verdiğim not, ‘iyi’dir.

5. Döviz dengesi. Ekonomimizin ‘yumuşak karnı’ burasıdır. Bu yıl, 14 milyar dolar civarında ‘cari açık’ verilecektir. 300 milyar dolarlık milli gelire oranlanırsa, yüzde 5’e yakın bir açıktan bahsediyoruz. Şunu derhal belirteyim. Türkiye, ‘ürettiğinden fazla tüketen’ bir ülke değildir. Son 30 yıla ait istatistikler doğru dürüst değerlendirilirse, bu ülkenin yarattığı katma değerden daha azını, tüketim ve yatırıma harcadığını, kalanını ‘yurt dışına’ aktardığını buluruz. Döviz dengesi dersinden ekonomimizin alacağı not ‘zayıf’tır. ‘Düşük kur, yüksek faiz’ politikası bátıldır.

Ahlaksız bankacılığa artık tahammül yok

YILIN son günlerini yine ‘batık’ bankalar ve onların ‘çıkık’ sahiplerinin serüvenlerini izleyerek geçirdik. İstanbul’da Murat Demirel, tebligata gelen emekli polisi derderst ederken, Bursa’da Cavit Çağlar ve iş akrabaları hapse mahkum oldu. Bakalım Yargıtay ne diyecek? Ali Balkaner, mahkemede fenalık geçirdi. Hastahaneden kaçtı, Hürriyet’in kapısında yakalandı. (Burada polisin istihbarat gücüne hayran olmamak kabil değil) Balkaner, tipik spekülatör iş adamı söylemi olan ‘varlıklarım borçlarımı karşılamaya yeter’ paradigmasına sarıldı. Ne yazık ki, çok değerli varlıkları şimdi para etmiyor. 6 milyar dolar mevduatı sahte kayıtlarla buharlaştıran Uzan Grubu ile akrabalık dışında hiç bir ilişkisi olmayan kahraman siyaset adamı Cem Uzan, tarihi çıkışını tam sayfa ilanlarla yaptı. Gelecek seçimlerin şampiyonu o olacak! ‘Çaldı ama çok çalıştı’ diye hırsız belediye başkanlarını omuzlara kaldıran vefakar milletimiz, Cem Uzan’ı başbakan ve hatta cumhurbaşkanı yapar mı?

Hiç sanmıyorum.

Ama bir şey daha var. Türk ekonomisinin 1990-2001 arasında yaşanan ‘ahláksız bankacılık devri’ gibi bir döneme artık tahammülü yok. Yeni bankalar kanunu, buna izin vermemeli.

İhracatın sonu Nasreddin Hoca'nın eşeği gibi olmasın

MERKEZ
Bankası tarafından yapılan ‘reel efektif kur endeksi’ hesaplarına göre 1995’e göre yüzde 30 değerlenmiş durumda bulunan Türk Lirası’na rağmen ihracat artmaktadır. Pek tabii, ithalat daha hızlı artmaktadır. Sonuç 30 milyar doları aşan dış ticaret açığıdır. Yine de Türkiye’de ihracatın bu kadar artması, ilk bakışta anlaşılması kolay bir olgu değildir. Çünkü, ihracat için mal üreten şirketlerin gelirleri, dövize endeksliyken (kısmen Euro, kısmen dolar) yarattıkları katma değerin faktör maliyetleri (ücretler, faiz, kira ve kár) TL’ye tábidir. TL değerlendiğine göre, bir an gelecek bu firmalar dayanılmaz şekilde zarar eder hale düşecek ve film orada kopacaktır. Bu an hálá gelmemiştir. Her ne kadar, Nasreddin Hoca'nın yemini tedricen kestiği eşeğini sabah ahırda ölü bulunca ‘tam yem yemeden çalışmaya alışmıştı, ömrü vefa etmedi’ demesi gibi bir tabloyla karşılaşılabilir.

İhracatın devam etmesinin başlıca sebeplerini şöyle sıralayabiliriz :

1. Firmaların geçmişte önemli bir gider kalemi olan faizler, dövizli borçlanma sayesinde çok düşmüştür. Hatta eksidir.
Burada cironun yüzde 7-10’nu kadar bir tasarruf vardır.

2. İşgücü maliyetleri, gerek ücretlerin az artması gerekse verimlilik artışlarıyla düşmüştür. Burada da yüzde 5 dolayında bir tasarruf vardır.

3. Kiralar (finansal kiralamalar dahil) genelde dövize endeksli olduğu için burada ‘gelir gider farklılaşmasına’
net etki sıfırdır.

4. Nihai ürün maliyetine malzeme olarak giren ‘yan sanayici kárları’, döviz riskleri azaldığı ve serbest rekabet arttığı için ‘nötr’ hále gelmiştir.

5. Kayıtdışına çıkarılan faaliyetten vergi tasarrufları oluşmaktadır.

6. İç piyasaya sürülen bitmiş mal ithalattından doğan süper kárlar, ihracatı desteklemektedir.

Gelin özelleştirmeyi artık arsasız yapalım

ÖZELLEŞTİRME
rüzgarlarının yeni esmeye başladığı Özal’lı yıllarda, Sümerbank’a ait Merinos fabrikasında yöneticilere ‘sanayi işletmelerinde kárlı yönetim’ üzerine bir konferans vermiştim. Fabrikayı bu vesiyleyle gezdim. O günlerde buranın özelleştirilmesi gündemdeydi. Fabrika, Bursa’nın tam göbeğinde, üzerine kurulduğu arsa imara açılırsa, müthiş fiyattan satılabilecek bir arazi üzerine kuruluydu. Burayı almak için gezen anlı şanlı tekstilcilerinin hepsinin ağızının suyu akıyordu. Ama hiç biri, bu fabrikayı işletmeyi düşünmüyordu. Hepsi fabrikayı yıkıp, yerine smüthiş binalar yapmayı planlıyordu. O zaman aklıma ‘arsasız özelleştirme’ modeli geldi ve bu konuda birkaç yazı yazdım. Pek tabii kabul görmedi.

1993 yıllında Uzanlar, Tuzla’da denize 800 metre cepheli 200 dönümlük arazisi olan ve 400 kişi çalıştıran (daha doğrusu çalıştırmadan maaş ödeyen devletten) ‘bu fabrikayı çalıştıracağız diye’ TOE kamyon fabrikasını aldılar. Bir haftada kadroyu, dört bekçi, dört kurt köpeğine indirdiler.

Geçen ay, 1998'de 30 milyon dolara özelleştirilen ve özelleştirildikten sonra kapatılan Yarımca Porselen’nin arazisinin, yeni sahipleri tarafından, Erdemir’e liman ve antrepo yapılmak üzere 82 milyon dolara satıldığını Vatan Gazetesi ortaya çıkardı. Bu haberi okuyunca eski hatıralım canlandı.

Özelleştirme, devletin işlettiği bir sanayi kuruluşunun özel sektör tarafından işletilmesini sağlayan sürece verilen isimdir. Bu yapılanlar ise ‘arsa satışıdır’. Amaç bu tesislerin arsa veya arazisini satmaksa, bu işi dürüstçe yapalım. Önce arazinin imar durumunu çıkartalım. Araziyi imarlı olarak satalım. Hazineye en yüksek varidatı ancak böyle sağlarız. Yok, özelleştirme yapılmak isteniyorsa, tesislerin üzerinde kurulduğu arsanın mülkiyeti Hazine’de kalmak şartıyla işletme, özel girişimciye devredilsin. Ekonomi ancak böyle güçlenir.
Yazarın Tüm Yazıları