Bu defa deveyi ben çekeceğim

Bu fotoğraf Ahmet Hakan’la yaptığımız umre ziyaretinde çekildi. Birimiz devenin üzerinde olacaktık, diğerimiz de deveyi çeken kişi. Nedense ikimiz de deveyi çeken kişi olmak istiyorduk. Bana her zamanki gibi, tepedeki mağruru oynamak düştü. Bu yazıyı işte bu nedenle yazdım. Bu defa elime mağduru oynamak fırsatı geçtiği için, krizi fırsata çevirmek istedim...

Perşembe günü BlackBerry’ime tek cümlelik bir SMS mesajı düştü.
“Bir şişe La Tache açarsam barışır mıyız?”
Ahmet Hakan’dan geliyordu.
Meseleyi tahmin ettiniz değil mi...
Benim, ‘türbanlı kızların şarap içmesi’ hayalimle ilgili sözlerimi yerden yere vurmuştu.
“Küs müyüz” diye karşılık yazdım.
Hemen arkasından ikinci bir SMS daha attım:
“Eğer yazdığın yazıdan dolayı küstüysek, ancak bir şişe Romanee Conti ile barışabilirim.”
Cevabı şu oldu:
“Ertuğrul Bey, krizi fırsata çevirmek istiyorsunuz.”
Sonunda, fiyatı daha makul bir şarap konusunda anlaştık./images/100/0x0/55eb55eff018fbb8f8baae13

MADEM La Tache konusu açıldı, gelin şu meselenin üzerinde biraz konuşalım.
Önce bilmeyenlere küçük bir bilgi.
La Tache dünyanın en ünlü şaraplarının başında geliyor.
Fransa’da Bourgogne bölgesinde Domaine Romanee Conti denilen küçük bir arazide üretiliyor.
Bağın en meşhur ve en pahalı şarabı Romanee Conti. Onun arkasından La Tache geliyor. Fiyatını yazmıyorum, hayal sınırlarını zorlayacak seviyede.
Bence ancak hak eden, güzel bir kadına açılır.
Yani erkek erkeğe harcanacak bir şarap değil.

MECMUA dergisine verdiğim ve bir bölümü Hürriyet Cumartesi Gazetesi’nde yayınlanan mülakatta “Mini etekle namaz kılan, türbanla şarap içen kadınlar hayal ediyorum” demiştim.
Ben öyle çok ileri, marjinal laflar ettiğimi sanmıyordum.
Ahmet Hakan bunu eleştiren bir yazı yazdı ve “Bu ne yaman çelişkidir Ertuğrul Bey” dedi.
Yazı yayınlandıktan sonra bir çok arkadaşım, Ahmet Hakan’a kızıp kızmadığımı sordu.
Hepsine aynı şeyi söyledim:
“Niye kızayım. Görüşlerini yazmış.”
Gerçekten de kızacağım bir yazı değildi.
Kızmadım ama “Boşveer” deyip de geçmedim.
Ahmet Hakan’a bir e-mail atarak o sözleri niye söylediğimi anlattım ve bazı sorular sordum.
Yazdıklarımın özeti şuydu:
Sevgili Ahmet, sen imam hatip lisesinden mezunsun. Müslümanlığı benden çok daha iyi biliyorsun ve eminim hâlâ iyi bir Müslüman’sın. Sen iyi bir Müslüman olarak La Tache farkını bilecek kadar zarif bir şarap damak tadına sahipsin.
İyi bir Müslüman olarak kendine şarap içme hakkını görürken, türbanlı bir kadına niye görmüyorsun?
Diyelim ki, o türban takıyor, sen takmıyorsun. Dolayısıyla aynı şey değil.

SARIK takmıyorsun ama; senin de sakalın var...
Yine de haddimi aşmayayım.
Haksızsam şöyle bir şey yapalım. Sen bana Müslümanlığın şartlarını yaz. Bunlardan hangilerini yerine getirmezsek hâlâ iyi bir Müslüman olmaya devam ederiz, onun listesini çıkaralım.
Ben de diyeyim ki; “Sen şarap içtiğine göre kendini hâlâ iyi bir Müslüman olarak görmeye devam ediyor musun?”

EMİNİM iyi bir Müslüman’sın. Demek ki, bazı şartlar yerine getirilmeden de Müslüman olmaya devam edilebilirmiş.
O zaman şu soruyu sormakta haksız mıyım: “Bu ne yaman çelişkidir Ahmet?”
İslam dinini onlar kadar iyi bilmiyorum. Belki de avantajım bu. Çünkü cahilce bile olsa sorular sorma hakkına sahip görüyorum kendimi.
Mesela şunu öğrenmek istiyorum.
Ben tek başıma çırılçıplak ibadet edemem mi? Allah beni çıplak yarattığına, onun huzuruna yine o halimle döneceğime göre, bunu bir mahzuru var mı?
Duşun altında da Allah’a dua ediyorum.
Bana verdiği bedene, aynada çırılçıplak bakıp, narsist bir duyguyla şükrediyorum.

KUSURA BAKMAYIN Allah’la arama, Peygamber dışında, dışarıdan gazel okuyacak inanç müfettişleri sokmak istemiyorum.
Günah mı işliyorum?
Hazır başlamışken, şu ‘kilisede cenaze’ meselesini de halledelim.
Mezarlıklardaki, cami avlularındaki o göze hiç de güzel gelmeyen görüntüler, kargaşa, sizi rahatsız etmiyor da benim bunu dile getirmem mi rahatsız ediyor?
İyi bir Müslüman’ın cenazede, Hıristiyanlarınki gibi bir estetiği, düzeni, saygıyı istemesi dünyanın en büyük günahı değildir.
İnsanın hayatta iki ‘anı’ var ki, sadece kendine ait. Bir ‘doğduğu’, biri de ‘öldüğü’ an.
İkisinde de, insan olarak saygıyı, estetiği talep ediyorum. Günah mı işliyorum?

SEVGİLİ AHMET;
Yazında ‘saçmaladığımı’ ima etmişsin.
İçin rahat olsun, bu söz de beni hiç üzmez.
Çünkü, hayatım boyunca “Saçmalıyorsun” denmeyi; “Saçmalıyorsun” demeye tercih ettim.
Eh çok iyi iki arkadaş arasında, bu kadarcık fark da olsun.
Neticede, ‘saçmalamak’ sübjektif bir kavram. Dün ve bugün saçma denen şeyler, bir bakmışsın, yarının hakikatlerine dönüşmüş.
Baksana, İslam âlimleri, “Hıristiyanlar niye Kâbe’ye giremiyor” diye sormaya başladılar.
Nasılsa yazılarımızın ömrü, bizimkilerden çok daha uzun.
Bırakalım, ‘yazılar yazarlarını gömsün’...

TEPEDEKİ MAĞRUR ALTTAKİ MAĞDUR

Şimdi yandaki fotoğrafa geliyorum.
Bu fotoğraf Ahmet Hakan’la yaptığımız umre ziyaretinde, hatıra olarak çekildi.
Birimiz devenin üzerinde olacaktık, diğerimiz de deveyi çeken kişi.
Nedense ikimiz de ‘deveyi çeken’ kişi olmak istiyorduk.
Serde Türklük var ya; deveyi çeken garibanın, okuyucu nezdinde daha sempatik olacağını düşündük.
Anlaşamayınca kura çektik ve Ahmet Hakan kazandı.
Bana her zamanki gibi, ‘tepedeki mağruru’ oynamak düştü.
Bu yazıyı işte bu nedenle yazdım.
Ha ‘tepedeki mağrur’, ha ‘tepeden düşen mağrur’...
Bu defa elime ‘mağduru’ oynamak fırsatı geçtiği için, krizi fırsata çevirmek istedim.
Olay budur Sevgili Ahmet.
Şarkı ne diyor:
“That’s what friends are for...”
Yani, “Arkadaşlar bunun için vardır”...
Bir gün ‘tepedeki mağrur’, bir gün ‘aşağıdaki mağdur’ rolünü oynamak için..
Yazarın Tüm Yazıları