Bu da benim yıllık iznim

Bir buçuk ay öncenin pırıl pırıl, güneşli ve ılıman günlerini anımsayın. İşte o günlerden birinde yıllık iznini almış bir gazetecinin görgüsüz oburluğu içinde valizimi hazırlıyordum.

Londra'yı hayal edip valize kazaklar, ceketler dolduruyordum. Sonra,

‘‘Londra paplarında krizden sonra bir duble viski kaç para oldu haberin var mı? Elin gávuruna gidip kendini ne halt etmeye soyduracaksın? Güzelim Antalya ne güne duruyor enayi!..’’ diye söylenip kazakları çıkarıyor, yerlerine şort, tişört filan yerleştiriyordum. Tabii, asker postalı cüssesinde ve altı traktör lastiği gibi tırtıklı yürüyüş pabuçlarımı da unutmuyordum. Tatile çıktığım zaman yürüdüğüm en uzun yol kaldığım odayla otelin barı arasındaki mesafedir. Ama ne hikmetse yürüyüş pabuçsuz asla tatile çıkmam.

Valizleri hazırlama işi bitince arife gecesi bayram sabahını bekleyen bir bayram çocuğu heyecanıyla kendime okkalı bir rakı doldurdum ve ilk yudumumda kapı çalındı. Kırk yıllık can dostum Prof.Dr. Aydın Kargı mayışık gözlerime ve sırıtkan ağzıma bakıp,

‘‘Demek ki yıllık iznini nihayet aldın’’ dedi.

‘‘Nereden bildin?’’

‘‘Kötü haber çabuk yayılır. Bu akşam mı yatmak istersin, yarın sabah mı?’’

‘‘Nereye?’’

‘‘Tabii, hastaneye... Sen bir yıldır,
'Tamam gelip yatacağım ve her bir tarafımı tamir ettireceğim' diye bana söz verip durmuyor musun?’’

‘‘Ben o sözleri mutlaka sarhoşken vermişimdir. Ben yarın Antalya'ya gidiyorum...’’
dememe kalmadı Aydın, fırın küreği iriliğindeki eliyle enseme yapışıp, 'İmdat adam kaçırıyorlar!..'' diye höykürmeme rağmen beni arabasına doğru sürüdü. Aslında bir Türk erkeği olarak ben iri yarı bir adam sayılırım. Ama Aydın yaşam boyu hazır bir takım elbise alıp giyemedi.

Aydın'ın beni yürüte sürüte yatırdığı yer, Anabilim Başkanı olduğu Çapa'nın Kalp ve Damar Cerrahisi'ydi. Üstelik yattığım odayı eşi Dr. Nevin Hanım'la geçen yıl yitirdikleri tek evlatları Dr. Yıldıray Kargı'nın anısına adeta yeniden inşa etmişlerdi. Yıldıray'ı çocukluğundan bilirdim.

Aydın yine de Başhemşire Gülseren Hanım'a,

‘‘Odası her on dakikada bir kontrol edilecek. Elbiselerine el konacak. Çünkü her an kaçabilir!..’’ diye sıkı sıkı tembih etti. Ondan sonra da engizisyon işkenceleri, yani testler başladı. Ben de kendime,

‘‘Ne halt etmeye ağrını, sızını, şikáyetini arkadaşın bile olsa bir doktora söylersin a salak herif!.. İşte böyle ciddiye alacağı tutuverir’’ diye düz gittim.

* * *

Kan tahlilinde ürik asit miktarı 9 çıkınca, ağrısına küfür yağdırdığım topallayan bacağımın Gut denen bir hastalıktan olduğu ortaya çıktı. Eti, kebabı, tatlıyı ve daha bir sürü lezzetli aşı yasakladılar. Tabii rakı konusunda küçük bir meydan savaşı verdim. (Ve o gün bugündür, bizim gazetede lezzetli aş yazıları yazan Tuğrul Şavkay ve de gurme Serdar Turgut'tan nefret ediyorum.)

Göz görmeyince gönül katlanırmış diye bir deyim vardır ve kesinlikle doğru değildir. Göz, hababam sulanıp yani su koyverip, bazen kanlanıp bazen de yumruk yemiş gibi acıyınca koskoca Çapa profesörleri bir araya geliyor. Her gün sizi ayrı teste çağırıyorlar. Siz müşfik bastonunuzun yardımıyla monoblok cerrahi bölümünden çıkıp dağlar tepeler aşarak (Tabii bana öyle geliyor) zonklayan ayağınızın üstüne basmamaya çalışarak hababam gözcülerin binasına giriyorsunuz. Buna da gönül zor katlanıyor.

Sonunda ihtiyarlayıp gevşeyen göz kaslarınız, yüksek göz tansiyonunuz ve tıkanık gözyaşı kanallarınız olduğu ortaya çıkıyor. Sanıyorum Prof. Fazıl Sezen'in kurduğu bir tuzak sonucu Prof. Lale Közer Bilgin Hanım, böğrüme çöküyor. Elindeki tığ ve şişlere bakınca, anneannemin tığla ördüğü danteller aklıma geliyor. Ama Lale Hanım hem anneannem gibi yaşlı değil, hem de dantel örme gibi bir merakı yok. Elindeki eğri tığları ve şişleri göz kanallarıma sokup çıkarıyor. Önce yiğitliğe ketçap sürmemek için ses etmiyorum. Ama bir bakıyorum, lavabo deliği açar gibi şişlerin içinden bir de su fışkırıyor. Mahçup bir Tarzan narası kopartıyorum. Aslında kanallar açılmamış ve ameliyat gerekmiş. Eğer bu ameliyat değilse, bunun gerçek ameliyatı kimbilir nasıl olur diye düşünüp,

‘‘Bakın gözlerim faltaşı gibi açıldı... Hatta cingöz bile oldum. Teşekkürler üstü kalsın Fazıl Hoca'cığım.’’ diyorum. Lale Hanım,

‘‘Baktığınız kişi Fazıl Hoca değil, Belgin İzgi Hoca!..’’ diyor.

(Ama şimdi bu yazıyı yazabildiğim için gördüğüm her harf sayısı kadar onlara dualar ediyorum.)

* * *

Oda kapımın her açılışında yüreğim hoplardı ve bu hoplamada haklıydım. Ya iğne yapıp, ya kan alıp ya da serum takıp bir yerlerimi delip duruyorlardı.

Ama bu kez Prof. Kamil Adalet geldi. Etrafına pek belli etmediği bir hiciv anlayışı vardı.

‘‘Üç gün içki içmeden durabilir misiniz?’’

‘‘Kim, ben mi? Tabii dururum. Hatta üç gün üç gece bile dururum.’’

‘‘Ya üç gün sigara içmeden durabilir misiniz?’’
Benden cevap çıkmayınca Kamil Hoca yüzüme merhametle baktı.

‘‘Peki hiç olmazsa bir gün?’’

Canımı dişime takıp,

‘‘Dururum!’’ dedim.

‘‘Öyleyse üç gün sonra sizi operasyona alacağız. Göğüs ve etek tıraşı olmayı unutmayın.’’

Benim kalbimde doğuştan bir enayilik vardır. Hastalık değil de bir çeşit elektrik bozukluğu. Herkesin kalbi maaşallah pata küte atarken, benimkinin ne halt edeceği belli olmuyor. Üç duruyor, beş atıyor. Aşka gelirse dümbelek misali tıırrtt-düm-tek diye çarpıyor. İnsanda mecal bırakmıyor. İşte Kamil Hoca yepyeni bir tıp buluşuyla bir tel sokup arızalı yeri yakacakmış. Bugüne dek binlerce kişiyi başarıyla tamir etmiş ve dünya çapında bir hocaymış.

Kamil Hoca çıkar çıkmaz odaya Prof. Enver Dayıoğlu daldı.

‘‘Bizim hastanenin milli bir berberi vardır. Etek tıraşın için randevu alayım mı?’’ diye her zamanki şakacılığıyla sordu ve ben ağzımı bozmadan da tüyüp gitti.

İçemediğim içkiler ve sigaralar yanıma kár kaldı. Çünkü Kamil Hoca, benim kalbimi tamir etmek yerine, ameliyat günü kayıp düştüğünden ve bir omurunu kırdığından yatak döşek yattı. Haa, söylemeyi unuttum; o sırada Aydın Kargı da iki kat aşağımda böbrek taşlarının tekrar hır çıkarması nedeniyle yatıyordu. Biz, bir hasta iki hekim aynı anda yatışmaya başladık. Aydın'ın böbrek taşları maaşallah kaldırım taşı gibiydi. Ne alınır, ne kırılır cinsten... Ama içlerinde hálá en sağlam olan bendim. Arada bir Aydın'ın odasına inip ona yapacağım yemeklerin tariflerini anlatıyordum. Aydın yemeğe, içmeye, müziğe, güzel sanatlara düşkün klasik bir Türk doktorudur. Tam Vellington File'nin tarifine gelmiştim ki, böbrek sancıları içinde kıvranan Aydın'ın gözleri keyifle baygınlaştı, kulaklarına varan ağzının suyunu hürrp diye içeri çekti ve,

‘‘Seni bu hastaneye soktuğum için ben bu böbrek sancılarına müstehakım!..’’ diye inledi.

* * *

Gencecik doktorlar bu arada benim 13-21 sularında seyreden tansiyonumu da çüş deyip rahvan adıma razı ettiler. Ama askerlik anıları bir, hastane maceraları iki, anlatmakla bitmez. Ben de sözün sonunu bu hafta getiremedim. Kısmetse gerisi haftaya...

Boyuma kısa gelen hastane yatağında gecelerce tespih böceği gibi kıvrılmış yatarken aklımda hep bir Bektaşi fıkrası dönenip duruyordu:

Bektaşi'nin biri nasılsa cuma namazına gitmiş. Yanında mır mır yakaran biri varmış. Bektaşi kulak vermiş, adam,

‘‘Allah'ım görmeyen gözlerimi gördür, topal bacaklarım düzelsin de koşayım, ülserimi, veremimi iyileştir, kulaklarım işitsin, bağırsaklarım çalışsın....’’ diye niyaz edip dururmuş. Bektaşi dayanamayıp adama dönmüş:

‘‘Ulan, Allah seninle bu kadar uğraşacağına yenisini yapar be!..’’ demiş.
Yazarın Tüm Yazıları