Paylaş
Toplantıya katılıp bir konuşma yapmış olan Dışişleri Bakanı, Ali Babacan, “ikili temaslar”a geçmişti. O, Belçika Dışişleri Bakanı ile ayrı bir yemekteydi.
Gerek toplantı sırasında, gerekse o akşam yemeğinde CHP’lilerin Türkiye’deki hallerine hiç benzemediğini itiraf etmeliyim.
AKP’liler, CHP’liler, MHP’liler ve bir DTP’li milletvekili, Türkiye’de birbirlerine yönelik o bilinen “husumet ortamı”ndan en ufak bir iz bulunmadan, gayet medeni, hatta sevecen ilişkiler sergiliyorlar.
Türkiye’yi yakından izleyen bir yabancı, Türkiye’nin çatışan taraflarını Brüksel’de seyrettiği zaman gözlerine inanamaz.
Bu kadar kaba ve kısa gözlemden ne çıkabilir?
İki şey:
Bu mücadelede, tarihi aşama bakımından çok zayıflamış olan Türkiye’nin geleneksel “bürokratik eliti” bir “varoluş kaygısı” içinde ve iktidar mevzilerini yitirmemek için sert bir direniş ortaya koyuyor.
“Yüksek yargı” bu “bürokratik elit”in en önemli ögelerinden biri ve böyle olduğu ölçüde “kuvvetler ayrılığı”nın “üç parçası”ndan biri olmaktan çıkmış ve “siyasileşmiş” konumda.
“Yüksek yargı”nın böylesine “siyasileştiği” bir ülkede, demokrasi, dışa açılma, dışa açık olma ve küresel sistemle ve bu çerçevede AB ile bütünleşme de “tehlike altında” demektir.
*** *** ***
Türkiye’de son dönemde yaşananlar, ki, bunu Anayasa Mahkemesi’nin geçen yılki 367 kararından en son Yargıtay ve Danıştay bildirilerine kadar uzatabilirsiniz, doğrudan askeri müdahaleden bile daha önemli bir olguyu, Türkiye demokrasisi üzerindeki hem “acil” ve hem de “derin” tehdidi ortaya koyuyor.
Türkiye, bir “yargı yönetimi”ne, yani “jüristokrasi”ye doğru kayıyor.”Hukuk”un temsilcileri oldukları varsayılanlar, bunun temsilciliği yerine “siyasi aktör” haline gelirlerse, ortada ne “hukuk devleti”, ne “hukukun üstünlüğü” kalır; ülke hızla “jüristokrasi”ye doğru yol alır.
“Jüristokrasi” ise “demokrasi”nin katili olur.
Bu yeni olgu ile nasıl baş edilebileceğini AB’nin de çok iyi bildiğinden emin değilim. Ama, AB’nin durumu “teşhis ettiğini” de Brüksel’de gözlemlemek fırsatı oldu.
O nedenle, Türkiye’ye ilişkin bir “yeni AB dili” oluşuyor ve bu “dil” sürekli olarak “yargı reformu” gerekliliğine vurgu yapmanın ötesine geçerek, bir “yargı tanımı” yapmaya başlıyor:
“Tarafsız, Bağımsız, Etkin ve Güvenilir” bir yargı. Yani, Türk yargısında neyin ve nelerin bulunmadığına inanıyorlarsa, onları sıralıyorlar.
Türkiye ile birebir ilgili ve ilişkili bir AB yetkilisine, bunun “Türkiye’de AB ölçülerine uyan ya da yaklaşabilen yargı kalmamıştır” algılamasına dair olup olmadığını, böyle bir anlam taşıyıp taşımadığını sordum; onaylar biçimde başını salladı.
*** *** ***
Türkiye’de olduğu gibi, Brüksel’de de tüm dikkatler “kapatma davası”na odaklanmış vaziyette.
Dava sonucu –yüksek yargının performansına ilişkin tüm kuşkular ve kaygılar taşınarak- bekleniyor. Çıkacak sonuç, Türkiye-AB ilişkilerini de doğrudan etkileyecek.
Herşey, ister istemez, “kapatma davası” sonucuna ve bunu izleyecek “süreç”in ne olacağı ve ne şekilde yol alacağına bağımlı kılınmış halde. Bunun dışındaki herşey, “müzakere süreci”, bu arada örneğin Sarkozy’nin ne dediği, ne demediği teferruat.
Ve, tam da bu nedenle, Slovenya’nın dönem başkanlığı bitmeden, iki fasılın daha açılacağının önceki gün Brüksel’de ilan edilmesi bile, Türkiye-AB ilişkilerinin normalleşme seyrinde ilerleyeceği konusunda bir “müjde” olarak kulağımıza gelemiyor.
İki bilgi: “Kapatma davası” sonucu alındıktan sonra, Türkiye ile ilgili AB Komisyonu raporunu bizzat Olli Rehn kaleme alacak. Hiçbir bürokrat ve teknokrata bu iş bırakılmadan, duruma “siyasi” yaklaşılacak.
Ve, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, ki, Türkiye’nin AB’ye katılımının en hararetli taraftarlarının başında geliyor, Komisyon “müzakerelerin askıya alınması” önerisini yaparsa, Konsey’in buna uymamasının imkansız olduğu kanısında ve dolayısıyla çok çok kaygılı.
Türkiye üzerine inen koyu sis perdesi, Brüksel’in de Türkiye’nin yakın geleceğini görmesini engelliyor...
Paylaş