Biraz kuvvetlen seni öyle döveceğim

Dün okuduğum hiçbir köşe yazısı, hiçbir röportaj ‘Bana mısın?’ demedi.

Kendiminki dahil hepsi, vız geldi tırıs gitti.

Bir yerime (kalbime, kalbime!) değmedi.

Biri hariç...

***

Bir süredir gazetelerdeki köşe yazıları da röportajlar da bana kabak tadı veriyor. Ne yalan söyleyeyim, heyecanlandırmıyor. Aklımda bile kalmıyor.

Okumasam, güne devam edebileceğim yani.

Bu durum da beni gıcık ediyor!

Çünkü ben okuduğum şeyle, baştan çıkmak istiyorum, ‘Vayyy be! Yazıya bak, fikre bak’ demek istiyorum, bir daha okumak istiyorum, bir daha okumak istiyorum, gaza gelmek istiyorum, kıskanmak istiyorum, ‘Ulan, benim niye aklıma gelmedi?’ diye iç geçirmek istiyorum...

O yazıyı kaleme alan kişinin bileğine hayranlık duymak istiyorum.

O röportajı yapan kişinin tutkusunu yüreğimde hissetmek istiyorum.

Heyecanları, bana da bulaşsın istiyorum.

Yaz rehavetinden midir nedir, bu aralar tık yok bende. Kimsenin heyecanı, coşkusu, tutkusu bulaşmıyor. İçimi tutuşturmuyor.

Okuduğum hiçbir şey, nefes alıp verişimin hızlanmasına sebep olmuyor.

Bazen Bekir Coşkun, içimdeki ölü toprağını şöyle bir sallıyor.

Küçücük, mini minnacık bir yazıyla insana kocaman muazzam duygular aktarıyor.

Nasıl bu kadar yalın ve sade olmayı nasıl beceriyor?

Bence yazılarının ‘İşte çocuklar, Türkçe böyle kullanılır!’ diye ders kitaplarında okutulması gerekiyor, ‘Yürekli adam böyle yazar!’

Ne var ki....

O da beni siyaset yaptığı zaman bayıyor!

Biliyorum, bana da bir şey beğendirmek zor.

Yapacak tabii siyaset.

Ama işte ben de böyleyim, herkesin benimle aynı fikirde olması gerekmiyor ama fazla ideolojik yazılar, beni her zaman açmıyor. Hemen canım sıkılıyor, dikkatim dağılıyor, alt dudağım uzuyor...

***

Dün okuduğum hiçbir köşe yazısı, hiçbir röportaj ‘Bana mısın?’ demedi.

Kendiminki dahil hepsi, vız geldi tırıs gitti.

Bir yerime (kalbime, kalbime!), değmedi.

Biri hariç...

Bizim ekte yayınlanan Emel Armutçu’nun Sezen Aksu portresi.

O neydi öyle!

Defalarca okudum.

Bir daha, bir daha, bir daha...

Bence muhteşem bir yazıydı, damardandı...

Hissedilerek kaleme alınmıştı. İşin içine ‘yürek’ karıştırılmıştı.

Belli ki anlatan da, en az anlatılan kadar maraz bir kadındı!

Ve Emel Armutçu’nun kalkıştığı iş, Allah için, Allah’ın belası bir işti!

Zor yani.

Sen Sezen Aksu’yu, hepimizin Sezen’ini kime yutturacaksın kardeşim?

Hepimizin bir fikri, bir duygusu var onun hakkında, sen bize yeni bir şey, nasıl anlatacaksın?

Karış karış biliyoruz hayatını ya da öyle zannediyoruz.

Hepimiz, bir parçasının (sadece şarkı anlamında değil!) bize ait olduğunu düşünüyoruz.

Ve sen onun gıyabında, onun bir portresini yazacağım diyorsun ha...

İyi cesaret...

Kolay gelsin.

Kolaysa başına gelsin!

Ne yalan söyleyeyim, böylesine iyi bir yazı beklemiyordum.

Tebrik ediyorum. Ve onu kıskandığımı itiraf ediyorum.

Yazısını okurken, nefes alıp verişimin hızlandığını da...

HAMİŞ: E çok heyecanlandım, belki okumamışsınızdır diye söz konusu portreden buraya bazı alıntılar yaptım. Okuduysanız da bir daha okuyun, bir şey kaybetmezsiniz:

‘...20 yıl sonra tüm Türkiye, onu gazeteci Yavuz Gökmen’in taktığı ‘Minik Serçe’ olarak tanıyacaktır ama 3 yaşından 20’sine kadar yaşadığı İzmir’deki mahallede Cüce Bela diye anılacaktır...’

‘... 18’ine kadar babasını utandırmak hilafına, apartman boşluklarında, sokak aralarında, troleybüs içinde ‘Çingeneler gibi’ şarkı söyler. Annesinin ‘Sezen, dayak yemeden ayıl’ sözleriyle biten bayılma numaraları yapar, Optalidon içerek intihara kalkışır. 13 yaşında mahallenin tek mini etek giyeni, fotoğrafçıya gidip bikinili poz verenidir. Ama 17 yaşında saçları sandre sarısı boyalı, gözlerinde takma kirpikler, kolunun altında Marx’ın Kapital’i, Yeşim Pastanesi’ne gittiği de vakidir...’

‘... 16 yaşında erkek kardeşinin odasında, ana rahmindeki pozisyonunda, babası tarafından öldürülmeyi bekleyen odur. Kürtaj öncesi ağır bir kanama geçirmiş, 29 kiloya düşmüş, bir ara ölüme epey yaklaşmıştır. Ama sevgili babası, elinde kalsiyum sandoz ve D vitaminiyle girer odaya; ‘Biraz kuvvetlen, seni öyle döveceğim’ der...’

‘... Soyadı Ziraat Fakültesi’nde okurken, ‘Kızım, sen bu 5. sınıf pavyon karısı halinle nereye geldiğini sanıyorsun?’ diyerek öfkesini ve dikkatini çeken Jeoloji asistanı Engin Aksu’yla yaptığı evliliktendir...’

‘... Sonuçta, bir dolu evliliği, sayısız aşkı, karnı şiş nikah masalarına oturmaları, dul bir kadın olarak baş kaldırmaları, ‘uzlaşırsam namerdim’ gibi meydan okumalarına rağmen ‘büyük aileye’ kabul edilmeyi başarır. Hem de yaramazlıklarından hiç ödün vermeden; günaha kadar günahsızlığa da çok yakındır çünkü. Ama kabulünün asıl nedeni, aşkı en güzel onun anlatabilmesidir. Aşk denilen bu değil midir zaten, günaha en yakın, günahtan en uzak!

‘... Kim oturup Kanlıca’nın orta yerinde bir taşa/ gözünün yaşını Hisar’a doğru yüzdürmeye akıl edebilir ki ondan başka? Kim Allah’tan bir lodos, bir kürek, bir de kayık diler. Kaç kişinin şarkılarında ‘akşamdan kalma bir sabah yıldızı’ vardır? Ve yaşamak, ‘tek şahit Ay’ken yaraya tuz yerine yakamoz basmak’tır?’
Yazarın Tüm Yazıları