Bir insanlık hikayesi

Tabii ki sadece sayılardan bahsedebiliriz... Öldürülenler beş yüz binle bir milyon arasındaydı diyebiliriz. Ya da sekiz yüz elli binle bir milyon yüz bin arasında.

Ama sayıları önemsemeye başlayınca insanlardan söz etmekte olduğumuzu unuturuz yavaş yavaş.
/images/100/0x0/55eab0c1f018fbb8f89080b4
"Beş yüz bin ölü" lafının beş yüz bin tane vahşice öldürülmüş insan demek olduğu, zihnimizin dikkatinden kaçmaya başlar.

Rakamlar uçuşur durur.

Ve ne kadar büyürlerse büyüsünler, bu rakamlar gözümüzle göreceğimiz tek bir cinayetin yaratacağı etkiyi yaratamazlar.

Onun için filmler, kitaplar çok önemlidir.

Onlar, insanları anlatırlar...

Rakamları değil.

Geçen gün, sadece üç ayda yaklaşık bir milyon insanın öldürüldüğü bir soykırımın filmini izledim.

Belki de yaşananın adı "soykırım" değildir.

Adının ne olduğu çok da önemli gözükmüyor doğrusu bana.

Ama bu yüzyılın en büyük vahşetlerinden biriydi izlediğim.

Afrika’da küçük bir ülke var.

Adı Ruanda.

1900’lerin başında bir Alman sömürgesi olmuş.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Belçikalıların eline geçmiş.

Almanlar ülkenin yönetimine çok fazla karışmamışlar ama Belçikalılar çok sert bir yönetim kurmuşlar.

Halkı zorla tarlalarda çalıştırmışlar.

Çok ağır vergiler koymuşlar.

Ve bunları yapmak için, ülkedeki iki büyük kabileden biri olan Tutsilerin önde gelenlerini kullanmışlar.

Diğer büyük kabile olan Hutuların birçok üyesi bu baskılardan kurtulabilmek için komşu ülkelere göçmüş.

Halk da, özellikle Hutular, Tutsilerden bu yönetim nedeniyle nefret etmeye başlamış.

Topluma köklü bir nefret yerleşmiş.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler ülkenin güvenliğini üstlenmiş.

1961 yılında ise Belçikalıların desteklediği bir darbeyle Ruanda’nın başındaki kral devrilmiş.

Yerine Gregoire Kyabanda geçmiş, sonra onun yerine de Juvenal Habyarimana.

Bu dönemde Hutular güçlenmişler.

Yönetim tümüyle Hutulara geçmiş.

Özellikle Habyarimana çok kanlı bir diktatörlüğe çevirmiş ülkeyi.

Bu kez Tutsiler ülkeden kaçmaya koyulmuşlar.

1990 yılında civar ülkelerdeki Tutsiler örgütlenmişler ve Ruanda Vatansever Cephesi isimli bir ordu kurarak, Uganda sınırından Ruanda’ya girmişler.

Savaş başlamış.

Yönetimdeki Hutular, gençleri eğitip silahlandırarak gayri resmi bir örgüt kurmuşlar.

Savaş sürerken bir ara ateşkes ilan edilmiş.

Ama bu ateşkes sırasında Hutular, "etnik nefreti kışkırtmak" için kendi başkentlerinde bombalar patlatıp, bunları Tutsilerin yaptığını söylemişler.

6 Nisan 1994’te Başkan Habyarimana’nın uçağı başkent havaalanına inerken aşağıdan atılan bir füzeyle parçalanmış.

Bu füzeyi kimin attığı bugün bile bilinmiyor.

Bir iddiaya göre, Belçikalı kiralık askerlerin yardımıyla Tutsiler uçağı düşürmüşler.

Bir iddiaya göre de, bizzat Habyarimana’nın Muhafız Alayı, kendi başkanlarının uçağına ateş açmış.

Kim düşürmüş olursa olsun, tarihin en büyük katliamlarından biri o gün başlamış.

Fransızların silah ve lojistik desteğiyle Hutu ordusu ve gençlik örgütü, yüz binlerce Tutsiyi hedef alan bir ölüm kampanyasına girişmişler.

Sadece Tutsileri öldürmüyorlarmış.

Tutsilere "sempati" gösterdiğini düşündükleri Hutuları da öldürüyorlarmış.

Benim seyrettiğim filmin kahramanı, Hutu ordusundaki bir Hutu yüzbaşısı.

Yüzbaşının kardeşi de, Hutu gençliğini cinayetlere kışkırtan radyonun yöneticilerinden.

Ama yüzbaşının büyük bir suçu var.

Karısı bir Tutsi.

Üç kızından biri bir Katolik okulunda.

Yüzbaşı, Katolik okuluna saldırılmayacağını düşündüğü için onun kurtulacağına inanıyor.

Karısıyla diğer çocuklarını kaçırmaya çalışıyor.

Aslında araları pek de iyi olmayan kardeşine, karısıyla çocuklarını kaçırması için yalvarıyor.

- Seni tanıyorlar, diyor, senin radyodaki konuşmalarını seviyorlar... Ailemi kurtar.

Kardeşi de isteksizce kabul ediyor bunu.

Silahlı gençlerin kurduğu barikatlardan, militanlar o radyocuyu sevdikleri için rahatça geçiyorlar.

Ama askerlerin nöbet beklediği bir kontrol noktasında durduruluyorlar.

Askerler, kadının ve çocukların Tutsi olduğunu anlıyorlar.

Çocukları yere yatırıp makinelilerle tarıyorlar.

Bu sırada, Hutuların radyosu sürekli yayın yapıyor.

"O hamamböceklerini gördüğünüz yerde öldürün," diyor, "Ama bunun için mermi harcamayın... Palalarınızı kullanın."

Hutu gençleri, yakaladıkları Tutsileri palalarla parçalıyorlar.

Yüzbaşının kızının bulunduğu Katolik okulunu da basıyor Hutular.

Okulun Katolik papazı kızları Hutulara teslim ediyor.

Subaylar kızları sıraya diziyor.

- Hutular bu tarafa ayrılsın, diyorlar.

Ama Hutu kızları arkadaşlarını bırakmak istemedikleri için ayrılmıyorlar.

Subaylar hangilerinin Hutu, hangilerinin Tutsi olduğunu anlayamıyor.

Bir rahibe, subaya yalvarıyor, "Onları kızlarınız gibi düşünün, ne olur" diyor, "Onların bir suçu yok."

Subay, rahibeyi dipçikleyerek yere yıkarken bağırıyor.

- Benim kızlarım hamamböceği değil.

Ve, bütün kızları kurşuna diziyorlar.

Hutu kızlarıyla Tutsi kızları birlikte ölüyorlar.

Yüzbaşının kızı da öldürülüyor.

Karısı Tutsi olduğu için adı "Tutsi sempatizanına" çıkan yüzbaşı da bir arkadaşıyla Hutuların bölgesinden kaçmaya çabalıyor.

Birleşmiş Milletler askerlerinin bulunduğu bir yere geliyorlar eski bir arabayla.

Birleşmiş Milletler askerleri "zencileri" kurtarmayı reddediyor.

Sadece beyazları kamyonlara bindirerek bölgeden ayrılıyorlar.

Yüzbaşıyla arkadaşı da Birleşmiş Milletler konvoyunun arkasına takılıyor.

Bir kontrol noktasında konvoy durduruluyor.

Hutu milisleri, Birleşmiş Milletler konvoyuna geçmesi için izin verip yüzbaşıyla arkadaşına "Siz kimsiniz" diye soruyorlar.

Yüzbaşının arkadaşı "Biz konvoydanız" diyor.

Birleşmiş Milletler subayı ise, "Onlar konvoydan değil" diyerek onları bırakıp gidiyor.

Silahlı milislerden biri yüzbaşının arkadaşına adını soruyor.

- Adın ne?

- Muzanga Mkuyoba...

- Senin adını bu sabah radyoda duydum, diyor iriyarı bir milis, sen vatan hainisin.

Dönüp yüzbaşıya bir pala veriyor.

- Hadi bakalım göster bizden olduğunu, öldür bu haini.

Yüzbaşı elinde palayla ne yapacağına karar veremeden dururken bir başka milis yerde diz çökmüş bekleyen adamı vuruyor.

Bütün yollar ölü dolu zaten.

Hutu gençleri yakaladıkları bütün Tutsilerle, "Tutsi sempatizanlarını" yol kenarlarında öldürüyorlar.

Her gün yirmi-otuz bin insan öldürülüyor.

Bütün dünya katliamı izliyor ama ne Birleşmiş Milletler, ne Avrupa ne de ABD müdahale ediyor.

Büyük bir insan mezbahasına dönüyor ülke.

Yüzbaşı ailesini bulabilmek için ülkenin içinde saklanarak bir yerden bir yere gidiyor.

Gittiği her yerde ölülerle, cinayetlerle, kan kokusuyla vahşileşmiş milislerle, öldürmeyi bir eğlenceye çevirmiş askerlerle karşılaşıyor.

Tam yüz gün sürüyor katliam.

Yüz gün sonra Tutsi birlikleri Hutu ordusunu yenerek başkente giriyor.

Bu sefer Hutular komşu ülkelere kaçmaya başlıyor.

Tam iki milyon Hutu ülkeyi terk ediyor.

Büyük katliamın sorumluları yakalanıp uluslararası bir mahkemede yargılanıyor.

Kurtulan Tutsiler mahkemelerde tanıklık ediyor.

Yargılananlar arasında yüzbaşının kardeşi de var.

Yüzbaşı onu ziyarete gidiyor.

Ve, bütün ailesinin öldürülmüş olduğunu kardeşinden öğreniyor.

İki düşman gibi bakıyorlar birbirlerine.

Birbirlerinden nefret ederek bakıyorlar.

Ruanda bugün eski yaralarını sarmaya çalışıyor.

O korkunç katliamın bütün toplumun ruhunda bıraktığı yarayı iyileştirebilmek için uğraşıyor.

Ama hálá mahkemelerde tanıklık eden Tutsilerin faili meçhul cinayetlere kurban gittiği söylentileri var.

Bu korkunç olayın en önemli sonuçlarından biri ise bizi de ilgilendiriyor.

Fransızlarla ve Belçikalıların bazen gizli bazen açık desteğiyle yaşanan bu soykırımdan sonra Ruanda’da Müslümanların sayısı neredeyse beş misli artıyor.

Çünkü Katolikler ve Protestanlar, zavallı katliam kurbanlarını katillere teslim ederken Müslümanlar onlara sahip çıkıyor, çoğunu saklayarak hayatlarını kurtarıyor.

Bu soylu davranışlarından dolayı Müslümanlar toplumun en saygıdeğer kesimi haline geliyor.

Müslümanlık, "en insani değerlerden" biri olarak görülüyor.

Bir dinin, bir inancın, bir fikrin zorbalık ve korkuyla değil, insanca davranışlarla yaygınlaştırılabileceğinin en önemli kanıtlarından biri oluyor Ruanda bu açıdan.

Bu zavallı Afrika ülkesinde yaşananlar hep hatırlanacak.

Bu olayı herkes kendince anlatacak.

Sadece rakamlarla konuşabiliriz.

Beş yüz bin ya da bir milyon insanın öldüğünü söyleyebiliriz.

Ama bunu söylemek, ırzına geçilen kadınları, başı koparılan çocukları, kurşuna dizilen insanları, ailesini kaybedenleri anlatmaya yeter mi?

Rakamlar, çekilen acıları anlatabilirler mi bize?

Ya da bu olayın bir "soykırım" olup olmadığını tartışmak, o yüzbaşının kederini kavramamızı sağlar mı?

İnsanlar insanları öldürüyor.

Hutular, Tutsileri öldürüyor.

Tutsiler, Hutuları...

Savaşı Tutsilerin başlatmış olması, Hutuların bütün Tutsileri, çoluk çocuk demeden öldürmesini haklı gösterir mi?

Birbirlerini böyle öldüren insanlara bakınca kaçınılmaz olarak "Hutularla Tutsiler arasında ne fark vardı" diye soruyorsunuz kendinize.

Korkunç cevap ise şu:

Hiçbir fark yoktu.

Hepsi Afrikalıydı, hepsi Ruandalıydı, hepsi zenciydi.

Sadece bir kısmı Hutu, bir kısmı Tutsiydi.

Ve Hutular Tutsilerin, Tutsiler de Hutuların düşman olduğuna inanıyorlardı.

Ve birbirlerini öldürüyorlardı.

Hiçbir suç işlememiş yüz binlerce insan sadece "ırkından" dolayı öldürüldü.

Ne inanılmaz bir hikaye, değil mi?

Ne tuhaf bir hikaye...
Yazarın Tüm Yazıları