Beynim yıkandı suçsuzum hakim bey

Ksi Nao, rızası olmadığı halde bir kişiye, genellikle kendiyle çelişen davranış, inanç ve bilgiyi yerleştirmek amacıyla gösterilen sistematik gayretin Çincesi.

Yani karate, kung fu ya da tekvando benzeri bir savaş sanatı değil, basitçe "beyin yıkamak". Çin Halk Cumhuriyeti’nde, devrimin gerektirdiği düşünce sistemini benimsemeyen vatandaşların "yeniden eğitimi" için, kuruluş yıllarında kullanılan, baskıyla ikna yöntemlerinin resmi adı. Günümüzde, avukatlarca başvurulan bir savunma stratejisi.

Tarih öğrencisi genç kızla nişanlısı için tadına doyulmaz, soğuk bir kış akşamıydı. Heyecan doruktaydı, düğünleri yaklaşmıştı, eksik kalan ayrıntıları gözden geçiriyorlardı. Saat 10’a yaklaşırken kapı çaldı. Genç adam "Kimsiniz?" diye sordu. Bir kadın, otomobilinin bozulduğunu, telefon etmek istediğini söyledi. Kapı açılır açılmaz, ellerinde otomatik silahlarla iki zenci içeri daldı, etrafa ateş etmeye başladılar, damadı dövdüler, üzerinde sabahlığı, ayağında terlikleri, saçlarında bigudileri, çığlıkları yeri göğü inleten gelini sürükleyerek götürdüler, çalıntı beyaz Chevrolet otomobilin bagajına tıktılar, pencerelere çıkan komşulara, bir yandan "Halkın kanıyla beslenen faşist böceklere ölüm" diye haykırdılar, bir yandan kurşun yağdırdılar ve hızla uzaklaştılar. Olay yeri, ABD’nin California eyaletinde üniversitesiyle ünlü Berkeley, 2603 Benvenue Caddesi, No. 3. Tarih, 4 Şubat 1974’tü.

Kaçırılan kız, "Başlık ne kadar büyük olursa, haber de o kadar önem kazanır", diyen ve gazeteleri, dergileri, koleksiyonları, madenleri, topraklarıyla dünyanın en zengin iş adamlarından biri olan William Randolph Hearst’ün (Orson Welles’in 1941 yapımı Yurttaş Kane’i) 19 yaşındaki torunu Patricia’ydı. Olayı, beyazlarla siyahların, yaşlılarla gençlerin aynı amaç uğruna kenetlenebileceğine inanan, silahlı eylemlerle para toplayan, okul kimliklerine fotoğraf yapıştırılmasını istediği için, bir başmüfettişi siyanürlü mermiyle öldüren, radikal sol görüşlü Simbiyoz Kurtuluş Ordusu üstlendi.

ADINI DEĞİŞTİREN GELİN

Örgüt, Patricia karşılığında, tutuklu bulunan üyelerinin serbest bırakılmasını istedi; işe yaramayınca, Hearst ailesinin, California’nın evsizlerine toplam 400 milyon dolar değerinde yiyecek yardımı yapmasını şart koştu. Baba Hearst’ün 6 milyon dolarlık bağışı yeterli bulunmayıp, pazarlıkların sürdürdüğü sırada beklenmedik bir şey oldu.

17 Nisan 1974 günü, Hibernia Bankası’nın San Francisco’daki Sunset şubesi soyuluyordu ve boynuna asılı tüfeğiyle müşterilere bağıran, yere yatmalarını emreden, uzun boylu, dalgalı siyah saçları omuzlarına dökülen güzel kadın, iki aydır kendisinden haber alınamayan gelinden başkası değildi. Örgüt için ailesini, tüm servetini ve adını terk etmişti. Artık, Che Guevara’nın yanıbaşında savaşan, Tamara Bunke Bider’in anısına, Tanya’ydı.

Bankanın güvenlik kamerasına yansıyan görüntüleri inceleyen savcılık, Patricia’nın soyguna kendi isteğiyle katıldığı sonucuna vardı ve tutuklama emri verdi. Kısa süre sonra 500 polis, örgütün Los Angeles’taki bir hücre evini saracak, karşılıklı açılan ateşte 9 bin mermi harcanacak, çıkan yangından kurtulmak için dışarı fırlayan üç örgüt üyesi öldürülecek, ikisi dumandan boğulacak, biri intihar edecekti. Patricia oradaydı ve kurtulmayı başarmıştı.

18 ay sonra FBI ajanları, San Francisco’da bir örgüt evini bastılar. Üzerine yedi başlı kobra yılanının resmedildiği kızıl bayrak önünde, sol yumruğunu havaya kaldıran genç kadına "Adın ne?" diye sordular, "Tanya" dedi. "Ne iş yaparsın?" diye sordular, "Şehir gerillasıyım" cevabını aldılar.

ANILARINI YAYINLAMAK İSTEYEN AVUKAT

Patricia Hearst’ün savunmasını avukat F. Lee Bailey üstlendi ve ilk işi, bir milyon dolar kefalet karşılığında tutuksuz yargılanmasını sağlamak oldu. Bailey, ünlü bir avukattı. Karısını öldürmekten yargılanan ve "Kaçak" adlı diziye de konu olmuş doktor Sam Sheppard’i beraat ettirmiş, "Boston canavarı" adıyla bilinen Albert DeSalvo’yu idamdan kurtarmış, Vietnam’daki 1968 My Lai katliamının sorumlusu olarak yargılanan Yüzbaşı Ernest Median’ı başarılı biçimde savunmuştu. Bailey, banka soygunundan yargılanacak Patricia’nın avukatlığı için hiçbir ücret istemedi, ancak bir şartı vardı. Patricia, davanın bitimini izleyen bir buçuk yıl boyunca hatıralarını yayınlamayacaktı. Avukat, kızı beraat ettireceğinden öylesine emindi ki, kendi yayınlayacağı kitabın "en çok satanlar" listesine girmesi için önlem alıyordu.

BEYNİ Mİ YIKANDI, AŞIK MI?

Zamanın Harvard Hukuk Fakültesi profesörlerinden Alan Dershovitz’in "dramatik, politik bir tiyatro" diye nitelendireceği yargılama, 24 Ocak 1976’da başladı. Bilirkişi Dr. Joel Fort’un raporuna dayanan savcı James Browning, banka soygununun video kayıtlarıyla, kaçırıldıktan sonra ailesine gönderdiği fotoğraf, mektup ve ses bantlarından, Patricia’nın bir "suçlu görünümüne", "suçlu ses tonuna", "suçlu yazı stiline" sahip olduğunu ve terör eylemlerine kendi isteğiyle katıldığını iddia etti.

Savunmanın bilirkişilerinden psikolog Margaret Singer, Patricia’nın IQ değerinin kaçırılma öncesine göre anlamlı bir azalma gösterdiğini; Dr. Louis Joloyn, aşırı fiziksel baskı gördüğünü, beyin kontrolü alanında çalışmaları bulunan İngiliz psikolog Dr. William Sargant, ayrıca Dr. Martin Orne ve Dr. Robert Jay Lifton, "beyninin yıkandığını", Simbiyoz Kurtuluş Ordusu’nun siyasi görüşlerini benimsetmek amacıyla gözleri ve elleri bağlı olarak bir bodrumda 57 gün tutulduğunu, değişik kişilerce defalarca ırzına geçildiğini, örgütün ideolojisini yansıtan konuşmalara zorlandığını, ailesinin onu reddettiğinin söylendiğini öne sürdüler. Savcı, Patricia’nın durumunun, Kore Savaşı sırasında Çinli komünistlerin elinde tutsak kalan genç askerlerin beyinlerinin yıkanmasıyla uzak yakın bir ilgisi bulunmadığını, kendisini kaçıranlardan birine aşık olduğu için eylemlere katıldığında ısrar etti.

Avukat Bailey, son savunma için ayağa kalktığında elleri titriyordu, yüzü kızarmıştı, dava sürecinde bilimsel bir toplantıyı yönetmek üzere Las Vegas’a gidip gelmekten yorgundu ve büyük bir olasılıkla sarhoştu. Önündeki su bardağını devirerek pantolonunun ön kısmını ıslattığında, jüri üyeleri kıkırdadılar. Sonuç belli olmuştu. Nitekim, 12 saatlik bir değerlendirme sonrasında jüri üyeleri, Patricia Hearst’ün suçlu olduğuna kanaat getirdiler. Patricia, banka soygunundan 25 yıl, ayrıca ruhsatsız ateşli silah taşımaktan 10 yıl hapse mahkum olsa da, üst mahkemeler cezasını yedi yıla indirdi ve Pleasanton Federal Cezaevi’ne gönderildi. 21 ay sonra, Başkan Jimmy Carter şartlı tahliyesini istedi, 2001’de diğer bir ABD Başkanı Bill Clinton, başkanlığının son gününde onu affetti ve vatandaşlık haklarının tümünü geri verdi.

PATRICIA EVLENDİ AVUKAT BARODAN ATILDI

Patricia Hearst, korumasıyla evlendi, iki kızı oldu, birkaç kitap yazdı, düşük bütçeli filmlerde oynadı ve medyanın pek rağbet ettiği, örgüt üyesine aşık olduğu senaryosunu hiçbir zaman kabul etmedi.

Avukat Bailey’e gelince, Patricia davası yaşamının en büyük yenilgisi oldu, umduğu kitabı yazamadı, yıllar sonra O.J. Simpson’u savunan takımın içinde yer aldı, bazı müvekkillerinin şikayeti üzerine 2001’de Florida ve 2002’de Massachusetts barolarından kaydı silindi. Halen, ikincisiyle mahkemelik.

Patricia’nın dayak yiyen nişanlısını hatırladınız mı? Kızcağız daha mahkemeye çıkmadan, nişanlının "Patty Hearst’ü Ararken" adlı kitabı piyasaya çıkmıştı bile. Kitabı okuyanlar, "Patricia’nın kaçırıldıktan sonra neden eve dönmeyip, teröristlere katıldığını şimdi anladık" dediler.

BU DA LİMA SENDROMU

Tabii, bir de işin öbür yüzü var. Yani rehin alınanın rehineciye bağlanması değil de, tam tersine, rehinecinin rehin aldığının suyuna gitmesi. Onun adı da "Lima sendromu." 17 Aralık 1996’da Lima’daki Japon Büyükelçiliği’ni basan ve onlarca asker, diplomat, işadamını dört ay rehin tutan Peru’nun Marksist Leninist Tupac Amaru Devrimci Hareketi’ne bağlı 14 üyeden bazılarının, bu süre içerisinde siyasi görüşlerini değiştirdiği öne sürülse de, silahlı kuvvetlerin kurtarma operasyonu sırasında (ya da bazı görgü tanıklarının anlattığı gibi, daha sonra) tamamı öldürüldüğünden, ne olup bittiği açıklık kazanamadı ve romanlara konu olmaktan öteye gidemedi.

Beyninin yıkandığı söylenenler

Çok sayıda bilimsel makale, tehdit, gözdağı, şantaj, ırza geçme, aç ve susuz bırakma, aşağılama, suçluluk duygusu oluşturma ve benzeri baskılarla kişilerin beyinlerinin yıkanabileceğini, böylelikle rıza dışı inanç ve davranış değişikliklerine yol açılabileceği ve bu nedenle kişilerin dönüşüm sonrası eylemlerinden sorumlu tutulmaması gerektiğini savunur.

Hatta, halen Pittsburgh Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde görev yapan profesör Richard Delgado, ilk kez 1970’lerde, bazı kişilerin din değiştirmesini, tarikatlara girmesini, belli bir biçimde giyinmesini de beyin yıkamaya bağlamıştır. Ancak bu farklılaşmanın, kişinin rızası olmadan gerçekleştiğini kanıtlamak zordur. Nitekim Partricia Hearst’ü kurtarmaya yetmeyen beyin yıkama savı, Taliban tarafında savaşırken Afganistan’da esir alınan 1981 doğumlu, Müslümanlığı seçmiş Amerikan vatandaşı John Walker Lindh’in, ülkesindeki yargılanışında da gündeme geldi, ancak, 20 yıllık mahkumiyetini engelleyemedi.

Beyin yıkama, 2002 sonbaharında Washington ve çevresinde terör estiren, 10 kişiyi öldüren, üç kişiyi yaralayan keskin nişancı John Allen Muhammed’le birlikte eylemlere katılan 17 yaşında Lee Boyd Malvo’nun yargılanmasında da konu oldu. Gerek savunmanın bilirkişisi psikiyatr Neil Blumberg, gerekse iddia makamının görevlendirdiği psikolog Dewey Cornell, evlilik dışı bir çocuk olan Malvo’nun, son üç yılını birlikte geçirdiği ve baba yerine koyduğu Muhammed tarafından "iyi ve kötüyü ayıramayacak ve her emredileni yapar" hale getirildiğini, bir anlamda beyninin yıkandığını bildirdiler. Suç işlediği sırada 17 yaşındaki Malvo, savcının idam istemine karşılık, ömür boyu hapis cezasına mahkum oldu. 1985’te İslamiyeti seçen, soyadını Williams’tan Muhammed’e değiştiren ve Pakistan terör grubu "Jamaat ul-Fuqra" sempatizanı olduğu bilinen seri katil John Allen ise ölüm cezasına çarptırıldı.

STOCKHOLM SENDROMU

Cezaevinden firar eden bir mahkum, 1973 yılı yazında, İsveç’in başkenti Stockholm’ün orta yerindeki bir banka şubesinin dört memuresini rehin alır ve karşılığında para, silah, çelik yelek, koruyucu kask, otomobil ve aynı hücreyi paylaştığı arkadaşını ister. Bunlardan sadece sonuncusu kabul edilir. Psikiyatr Nils Bejerot desteğinde İsveç polisi, rehinecilerle 131 saat boyunca pazarlık eder, sonunda bankanın tavanında açtığı delikten gaz püskürterek memureleri kurtarmaya çalışır.

Buraya kadar her şey normal gibi gözükse de, rehinelerin, polisten korktuklarını söyleyerek, altı gün boyunca tutsağı oldukları kişilerden ayrılmak istememeleri, şikayetçi olmamaları, savunacak avukatın parasını toplamaları ve lehte tanıklık etmeleri şaşkınlık uyandırır. Bir radyo programı sırasında Dr. Bejerot, evvelce hiç karşılaşılmamış bu davranış için, "Stockholm sendromu" kavramını ilk kez kullanır.

Sonraki yıllarda gerçekleştirilen araştırmalar, dış dünyadan kopartılan, ölüm tehdidi altındaki rehinenin, zaman zaman gördüğü iyi muamele yüzünden (örneğin su içmek), başlangıçtaki korku ve nefret yerine, hayatını bağışlayana şükredebileceğini, 3-4 günlük tutsaklığın buna yetebileceğini gösterdi.

Bu nedenle çok sayıda hukukçu, medya baronunun torunu Patricia Hearst’ün savunmasında yanlış bir stratejinin yürütüldüğü, "Beyin yıkama" değil, "Stockholm sendromu" kullanılsaydı, beraat edebileceği görüşündedir.

Eldeki verilere göre, her 100 rehin alınan kişiden sadece sekizinin Stockholm sendromu geliştirdiği, savaş tutsağı askerlerde bu duruma hiç rastlanmadığını, pek çok pilot ve hostesin, FBI’ın Davranış Biriminde görevli özel ajan Thomas Strentz’in 1980’lerde geliştirdiği yönergeler temel alınarak eğitildiğini belirtmekte fayda var.

"Stockholm sendromu" deyince, 2 Mart 1998’de 10 yaşındayken kaçırılan, tutsaklığın ilk birkaç yılını yerin iki buçuk metre altındaki beş metrekarelik hücrede geçiren ve sekiz yıl sonra kaçarak kurtulan Avusturyalı Natascha Kampusch’u anımsamamak ne mümkün. Polis kayıtlarında, genç kadının, yakalanacağını anladığında kendisini trenin altına atıp intihar eden Wolfgang Priklopil’in morgdaki cesedinin başında, mum yakıp dua ettiği yazılı.
Yazarın Tüm Yazıları