"Benim"semek

"KENTLİ duyarlılığını" aşındıran en önemli etken, belki de yaşadığımız kenti ’benim’seyemememiz.

İnsan hala (ve maalesef) "benim" dediği şeylere daha duyarlı daha çok.

Küçük bahçesindeki ayrık otuna, sıcak evine sızan gürültüye, ortak apartman giderlerindeki artışa, okulda azarlanan çocuğuna...

Hatta bazen abartarak, sokakta herzaman park ettiği köşeye yanaşan bir otomobile...

Bu anlaşılır bir şey.

Zaten sorun da burada değil.

Sorun, kenti babamızın evi gibi göremememizde.

"Benim kentim, sokağım, ağacım, benim amblemim... ve en önemlisi benim değerlerim, etiğim, benim ilkelerim" diyemememizde.

Bir iki değere yönelik duygu-duyarlılık yatırımıyla, o huzurlu dengeye ulaşacağımıza inanmamızda.

Kan dolaşımımızın kılıcal damarlarla yetinebileceğini sanmamızda.

Öyle sanıp her sefer yanılmamızda.

Ve yanıldıkça, o bir iki şeye daha çok sarılmamızda...

Küçük bir sevinçle kıpırdayan, ama durması için bir kriz bile gerekmeyen titrek bir yürek ateşi...

O bizim küçük, huzurlu, "yorgun alışkanlığımız", yorgun tebessümümüz, yorgun mutsuzluğumuz.

Sandık odamız; içine her kapandığımızda mutlu an(ı)larımızı azalttığımız.

* * *

Toplumsal duyarlılık ise ana damarları genişleten, kalbe kesintisiz kan pompalayan bir varlık enerjisi, ötesi varlık nedeni...

Evimizin o minik manzarası ancak sokak nefes alıyorsa yeşilini korur.

Çevresi betonla örülmezse, üzerine kirli havanın sisi çökmezse...

Jean Jacques Rousseau’nun ölürken son sözü, "Pencereleri açın, yeşili göreyim" olmuş.

Johann Wolfgang Von Goethe, "Daha fazla ışık" demiş, nefesi kelimelerinden çekilirken.

Ya biz ne diyeceğiz?
Yazarın Tüm Yazıları