Benim Hatay’ım

Çünkü, Şam’dan otobüsle alelacele dönmekteydim ve gazetenin vasıtası beni hudut kapısından kapıp Adana’da uçağa yetiştirirken, kenti ancak yarım yamalak görebildim.Fakat yine de şunu eklemem gerekir: Olmayacak duaya amin diyen baba - oğul ’ların niçin ‘Antakya, Antakya’ diye tutturduklarını o defa tam anladım.Zira, bütün boğuculuğu ve hantallığıyla üzerinize çöken Suriye’yi terkettiğiniz an Türkiye yalnız bir sosyal refah ve ‘demokratik nefes’ ülkesine dönüşmekle kalmıyor. Aynı zamanda, kumun bitip ovanın; çölün bitip dağın; sarının bitip yeşilin ve kurağın bitip yağmurun başlamasıyla, kelimenin coğrafi anlamında bir cennete dönüşüyor.Sancak’ı ülkemize kazandıran Mustafa Kemal’in de mekánı tekrar cennet olsun.* * *O ilk gidişimde on sekiz yaşındaydım. Ebeveynlerime refakat ettiğim vapur İskenderun’a demir atınca, hemen tüm Hatay vilayetini iki gün boyunca karayoluyla dolaşmıştık.Kanım hemen kaynamıştı. Doğaldır!Doğaldır, çünkü, eh yedi göbekten İstanbul çocuğuyum ve dolayısıyla da o kanım zaten damarlarımda yedi düvelin kozmopolit evrenselliğiyle akıyor, maya derhal tuttu.Çeşit çeşit dinlerin mábedini seyretmek; farklı farklı dillerin şarkısını işitmek; eski eski tarihlerin sayfasını çevirmek, deyimin tam anlamıyla beni anında ‘meftûn etti’.Kendi öz şehrimin dışında, ben böylesine şıkıdım bir toplumsal dokuyu; böylesine rengarenk bir kültür birikimini ve böylesine içiçe bir kardeşlik ortamını, o sıra zaten gayet az tanıdığım Türkiye’nin bir başka yerinde görmemiştim. Hoş, sonra da görmedim ya!* * *OKULDAKİ genel bilgiyi geçersek, daha önce Hatay hakkında iki şey biliyordum. Birincisi yine okuldan kaynaklanıyordu. Kimisi Antakya’dan, kimisi İskenderun’dan, kimisi başka mıntıkadan gelen; çoğunluk itibariyle Maruni Hristiyan olan; yalnız sömestir tatillerinde evlerine dönebildikleri için de ‘daimi yatılı’ denilen yöre kökenli arkadaşlarım vardı.‘Arapçaya çalan’ şiveyi ilk kez onlardan işittim. Daha doğrusu, kulağıma mimledim.Aynı şekilde yine ilk kez, içli köfte dahil bazı çeşnilere damağım, ailelerin çocuklarına gönderdiğ, onların da ara sıra yemekhanede bizlere tattırtığı nevale aracılığıyla değdi.Kendi ‘memleket’lerini de pek bir ballandıra ballandıra anlatırlardı.Zaten, nedense o vakitler efsanesi pek dilden dile dolaşan ‘Soğukoluk hikayeleri’ni (!), müthiş bir ergenlik heyecanıyla onların ağzından dinlemiştim. Ama itiraf edeyim ki, söz konusu arkadaşlarımla fazla bir samimiyet kurmadım. Tabii ki İsevi olduklarından ve Arabi konuştuklarından falan değil! Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Musevi, ‘taşra’dan gelen bütün ‘daimi yatılılar’ hep kendi aralarında kalarak küçük çaplı bir ‘mafya’ (!) oluşturduklarından.* * *İKİNCİ olarak ise Hatay bende ‘Rolls Royce’ marka otomobille özdeşleşiyor.Alákası şu ki, Sancak döneminde cumhurbaşkanı makamına oturmuş olan son derece kerli ferli bir zat haniyse bizim eve bitişik malikánede ikámet ederdi.Kranta üniformalı şöförünün kullandığı ‘RR’ alamet-i farikalı vasıta ise İngiliz konsolosluğununki hariç, İstanbul’da mevcut yegáne ‘Rolls Royce’ otomobili oluştururdu.O sıra James Bond filmlerinin ‘Goldfinger’ şarkısının mırıldandığımdan da, harikuláde limuzini gördüğümde haniyse hazırola geçer ve arkasından aval aval bakardım.Yarın, bu öznel ‘benim Hatay’ım dışındaki nesnel ‘Hatay pırıltısı’na değineceğim.
Haberin Devamı

Yazarın Tüm Yazıları