Ben dünyalı bir Türk’üm

Güncelleme Tarihi:

Ben dünyalı bir Türk’üm
Oluşturulma Tarihi: Ocak 07, 2012 21:57

Çağdaş Türk resminin evrensel alanda önemli temsilcilerinden Ertuğrul Ateş, 2012 yılını yepyeni bir tarzla, ‘küreler’le karşıladı. “Artık resim duvardan aramıza indi” diyerek özetlediği küre çalışmalarının yanı sıra, ‘80’li yıllardan bugüne kadar ürettiği işlerden örneklerin gösterildiği retrospektif sergisi, geçen hafta İş Sanat Kibele Galerisi’nde açıldı. Sergiyi Ertuğrul Ateş’le birlikte gezdik.

Sergilenen resimleri nasıl bir araya getirdiniz? Nerelerde olduklarını biliyor muydunuz?
- İlk profesyonel sergimi 1980 yılında açmıştım. Sergide o zamanlardan bugüne uzanan sanat serüvenimin her döneminden resim var. Eserleri çeşitli kişilerin koleksiyonlarından topladık. Bir de benim kendi koleksiyonumda yer alanlar var tabii. Atölyemden satılanların çoğunun nerede olduklarını bilirim, kayıtları vardır. Diğerleri ise el değiştirmemiş; bulmamız kolay oldu.

Ertuğrul Ateş’in resminde kurdeleler en başından beri vardı. Şimdiyse bir imza vasfı görüyor sanki, yanılıyor muyum?
- Hayır, kesinlikle bir imzaya dönüştü. Aslında kurdele resmime çok önceleri, 1980’li yılların başında girdi. Üstelik, tesadüfi bir şekilde. Ama sonra onunla başka bir ilişki kurdum... Anadolu’da her yerde bir dilek ağacı vardır. Dallarına bir bez parçası bağlanıp dilek tutulur. O bez parçası döndü dolandı, benim resmime kurdele olarak girdi. Kimi zaman büyüdü, belki de resmin ana ögesi haline dönüştü. Bir dönem küçüldü; belki de saklandı ve başka yerlerde gezindi. Son yıllarda, benim ‘hafıza yazı’ dediğim Arapça yazılara dönüşmeye başladı. Neticede, Müslüman bir ülkede büyüdük. Dolayısıyla hafızamıza işlendi bu Arap harfleri. Hat eğitimim falan da yok. Zaten bilinçli şekiller değil yazdıklarım. Ancak geçen bir hattat arkadaşım resimlerimden birinde ‘Allah yeter’ yazdığını fark etti. Söylediğinde şaşırdım, çünkü onlar kökleri arama kaygısının resmime plastik bir malzeme olarak geri dönüşü aslında.
/images/100/0x0/563d158af018fb32c8edb675

TUVALE YANSIYAN KAHVE FALI

Hiç eskiz çizmeden tuvalin karşısına geçip, tesadüfi dokunuşlarla birbirine eklenen hikâyeler kurguladığınızı biliyorum. Kahve falından yola çıktığınız bu teknik ne zaman oluştu?
- Resmimin çıkış noktası kahve falıdır aslında. Kahve falı, toplumsal bir terapi görevi görür. Tamamen rastlantısal olarak oluşan bir dokuya anlamlar yükleriz ve böylece hikâyeler üremeye başlar. Ben, kahve falının rastlantısallığını tuvale yansıtmayı düşündüm. Daha evvel sürrealist akıma da yakın duran biriydim. İkisi birbiriyle beslenince resim kendi kurgusunu yaratmaya başladı. Herhangi bir form yakalayıp etrafında bir hikâye üretiyorum. Bu, ruhumu da zinde tutuyor. Resim kompozisyon olarak bittiğinde, tuvale son dokunuş olarak kurdele konuyor. Tuvalin başına geçmeden önce eskiz çizmek teknik olarak mümkün değil. Çünkü her seferinde yeni bir başa çıkma durumunu yaşıyorum. Bazen tuval beni çok zorluyor. Ama bugüne kadar, hay Allah olmadı, demedim çok şükür.

Masalsı resimler bunlar aslında. Düşlerinizden besleniyor musunuz?
- Kuşkusuz masalsı bir havaları var. Ama ben hiç rüya görmem. Görüyorsam da hatırlamıyorum. Hatırladığım rüyalar çok azdır. Onlar da genellikle kabustur. Beni resim yaparken izleyen insanların ortak bir yorumu var. Hepsi resim yaparken başka bir adam olduğumu söylüyorlar. Herhangi bir efsaneden veya yazılmış öyküden yola çıktığım pek yoktur. Bilgi kendiliğinden doğar zihnimde.

GENÇLER MESELEYİ YANLIŞ ANLADI

Sanatçının yerel, sanatın evrensel olması gerekliliğinden bahsedersiniz hep. Bugün çağdaş sanatçıların yerel unsurlarla evrensele varan yolda köklerinden beslendiklerini düşünüyor musunuz?
- Sakallı Celal’e sormuşlar, üstat seni kim anladı, diye. Beni hayatta bir tek karım anladı, o da yanlış anladı, demiş. Bizim ülkemizde de özellikle 2000’li yıllardan sonra yetişen genç sanatçı arkadaşlarımızın çoğu bazı meseleleri yanlış anladı. Nasıl evrensel olunacağı çok mühim bir meseledir. Sanatçının doğduğu topraklar, anası, babası, danası, komşusu, beslenme modeli, çevre, iklim etkileri vs. bütün bunlar sanatının oluşmasında etkendir. Zaten kimliğinizi direkt olarak doğduğunuz topraklar belirler. Benim hayatımın iki senesi Londra’da, 18 senesi de New York’ta geçti. Ama bana ne Londra’da İngiliz ne de New York’ta Amerikalı gibi baktılar. Her zaman bir Türk olarak vardım oralarda. Bundan da hiçbir zaman gocunmadım. Tam tersine, ABD pasaportu almayı bile reddetmiş adamım ben. Gerek yok çünkü, ben bir Türk’üm. Özgünlük başta kendin olmak ve samimi olmakla sağlanır. Batılı olacaksın diye, oradan buradan aldığın malzemeleri karıp da sunmayacaksın ya. Beni, Amerika’da açtığım ilk sergilerde hiçbir yere oturtamamışlardı. Dolayısıyla, kabullenilmem uzun zaman aldı. Çünkü bir benzerim yoktu. Kendimi tanımlarken, ben dünyalı bir Türküm, diyorum.

Küre çalışmalarından ilki ArtBeat Çağdaş Sanat Fuarı’nda sergilenmişti. Onun dışında, bu sergide ilk kez mi görülecek?
- ArtBeat’teki iki buçuk metre çapında bir küreydi. Nihat Genç’in ‘Karanlığa Okunan Ezanlar’ kitabında yıllar önce okuduğum bir öyküden esinlenerek, Bosna Savaşı sırasında öldürülen yedi yaşında bir kız çocuğunun hikâyesini resmetmiştim. Adı ‘Nihada’nın Küresi’ydi. O zamandan sonra, küreler ilk kez burada sergileniyor. ArtBeat’teki projeden sonra, tuvale yapacağım resmi kürenin üzerine resmetmeye başladım. Bu sergide beş tane küre var. Onlara resim de, heykel de diyebiliriz. Ama ben küre diyorum. Kürelerin enteresanlığı, sanat eserine hareket edebilme kabiliyeti kazandırmasında ve resmin bütününü gizlemesinde saklı. Galeride veya evinizde yuvarlayarak kolayca yerini değiştirebiliyorsunuz. Taşlara vurmadığınız sürece bir zarar da görmüyor. Ben de döndüre döndüre yapıyorum neticede. Üstelik, her gün çevirip resmin başka bir yüzüne bakabiliyorsunuz. Tuvalin dört köşesinden çıkıp aramıza düşüyor. Tamamen üç boyutlu ve hareket halinde bir sanat eserine dönüşüyor. Ayrıca, küre en temel geometrik formlardan bir tanesi. Sanatçının ondan bağımsız kalması düşünülemez. Dolayısıyla, tekniğin mucidi olduğumu düşünmüyorum. Ama küre üzerine özgün resimler yapan ilk kişi ben olabilirim.

Bu sergiden sonra neler olacak?
- Bundan sonra hem küre hem de tuval üzerine çalışmaya devam edeceğim. Ekim veya kasım ayında Miami’de sadece kürelerin yer alacağı bir sergim açılacak. Ayrıca İstanbul’un bir tarihi mekânında yine salt kürelerden oluşan bir sergi açmayı planlıyorum.

ALTIN ÇAĞA ANCAK İKİNCİ RÖNESANS İLE ULAŞABİLİRİZ

İkinci Rönesans mutlaka olmalı! İnsanoğlu kendi kendini yiyip bitirecekse, ona bir sözümüz yok; buyursunlar. Amerika sözde Irak’a demokrasi getirmek istemişti. Neticedeyse, meydanlarda sadece gözyaşı, kan ve ölüm kaldı. Bu yaşananla Roma’nın vahşeti arasında nasıl bir fark var? Sadece teknolojik bir fark var. Hani vicdan nerede kaldı? Günümüzde bu kavramın içini boşalttık. Artık hakkını verme zamanı geldi. Daha uygar, daha insanca yaşayan toplumlar için, ikinci Rönesans’ı kalplerde yapmak lazım. Ancak o zaman ‘altın çağ’ dediğimiz döneme ulaşabiliriz. Sanat bunun için inanılmaz bir enstrümandır. Hem çağının tanıklığını yapar, hem geçmişle hesaplaşır hem de bilgi üretimine yarayan bir mekanizma görevi görür. Picasso’nun tuvalde maddeyi parçaladığı sırada, bir laboratuvarda atomun parçalanıyor olması yalnızca bir tesadüf mü?
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!