Bahçe sineması

Güncelleme Tarihi:

Bahçe sineması
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 25, 1997 00:00

Haberin Devamı

Geçenlerde bir gece Açıkhava Sineması'na gittim... Aslında bunun gerçek adı, Bahçe Sineması'dır ama, müteahhit taifesi sağolsunlar memlekette değil sinema yapacak, yarım demet maydanoz ekecek bahçe komadıklarından, Bahçe Sinemaları'nın yerini, kulüp, otel, motel, lokanta, bar gibi yerlerde açılan Açıkhava Sinemaları aldı... Ayrıca bunların sayıları da kısıtlı ve de buralardan daha çok gelir düzeyi yüksek kişiler yararlanıyor... Yani bunlar ufak tertip sosyetik sinemalar...

Benim öğrendiklerim, İstanbul'da Conrad Otel, B.Ada Lale, Bahçeşehir Açıkhava, Hillside, Feriye gibi Açıkhava Sinemaları varmış..

Söylendiğine göre, sosyeteyle halkı kaynaştırmak için bir tane de Zeytinburnu'nda açılmış ama, çevre halkı oraya ancak, içerde öteberi satıcılığı, yer göstericilik falan gibi bir iş bulursa ya da duvardan atlayarak girebiliyormuş...

Tabii durum tam böyle mi bilmiyorum... Ben de anlatanların yalancısıyım...

Sonuç olarak, o gece gittiğim Açıkhava Sineması'ndan hiçbir şey anlamadım... Zaten filmi de adam gibi seyredemedim...

Gittiğim Açıkhava Sineması deniz kenarında bir kulübün sinemasıydı...

Önce uzun bir kuyruğa girdik. Yarım saat kadar sonra kuyruğun ortasına geldiğimizde anlaşıldı ki girdiğimiz kuyruk, bilet kuyruğu değil, döner, çöp şiş ve de salata büfesi kuyruğudur...

‘‘Herhalde burada düğün falan var da, biz yanlış geldik...'' diye düşünüyordum ki, baktım az ileride, yan tarafta gerçekten bilet kuyruğu var...

İki bilet aldık, karımla gidip oturduk...

Bu arada dönerini, içkisini alan deniz kenarına gidiyor, perdeye kıçını dönüp bir yerlere oturuyordu...

Derken film başladı... Karımla ben ve bizim gibi on onbeş kişi daha filmi seyrederken, sinemadaki o diğer kalabalık da dönerlerini yiyip, rakılarını, viskilerini içerek denizi seyretmeye başladılar...

Bu arada da sinemalardaki frigocular, gazozcular gibi, ellerinde tepsilerle ortalıkta garsonlar dolanıyor, millete içki yetiştiriyorlardı...

Derken sinemanın deniz tarafında muhabbet iyice koyulaştı...

Filmden bir şey anlamanın mümkünatı olmadığından, biz de kalkıp lokantadan, pardon Açıkhava Sineması'ndan çıktık!..

Şimdi gelelim, halis mulis, gerçek Bahçe Sinemaları'na...

Ben ikide bir öyle ‘‘Aah ah!.. Nerde o eski enginarlar!..'' demekten kesinlikle hoşlanmam... Ama, madem ki konumuz Bahçe Sineması, bahçe sineması da diye de, anlatacağım o günkü sinemalara denirdi birader!..

*

Bizim Üsküdar'da İnkilap Bahçesi, Aypark ve Salacak Plajı'nın üstündeki Salacak Sineması olmak üzere, üç tane esaslı bahçe sineması vardı... (Salacak Plajı deyince, peşin parayı gördünüz ağzınız nasıl kulaklarınıza vardı değil mi?.. Ama söz, size ileride arada bir iki Salacak öyküsü de anlatacağım...)

Bizim eve en uzağı olmasına karşın, bu sinemalar içinde benim en çok tercih ettiğim, İnkilap Bahçesi'ydi... Çünkü bedavaydı...

Anneannemin kardeşi Sırrı dayı, İnkilap Sineması'nın neredeyse içinde oturuyordu...

Sırrı dayıların evi sinemanın tam arkasındaydı... Arka balkonları, adeta sinemanın locası gibiydi...

Bu yüzden gelenleri gidenleri hiç eksik olmaz, balkon her gece dolardı... Aslında Sırrı dayı çok ciddi, sert bir adamdı... Ama bir o kadar da kibardı...

Zaten o balkonu dolduranlar da onun bu kibarlığından yüz bulurlardı...

Çok az konuşurdu Sırrı dayı... Aile efradıyla konuştuğu bile üçbeş kelimeyi geçmezdi...

Ama ta ki, akşam olup İnkilap Sineması'nda film başlayıncaya kadar...

Her akşam film başladığında, balkondaki yerini alan o Sırrı dayı, bambaşka bir adam olur, öldür Allah susmazdı!..

Oynayan filmin tüm sözlerini, dahası efektlerini filmin ikinci gününde ezberler, filmin başlamasıyla birlikte de tüm filmi seslendirmeye başlardı...

‘‘Benden bir şey saklamıyorsun değil mi Eva?..''

‘‘Hayır Rabırt, inan ki gerçeği söylüyorum...''

Hem erkeği, hem kadını konuşurdu üstelik...

Konuşmalar ezberinde olduğundan, perdedekilerden de önce başlardı konuşmaya... Seyretmeye gelen misafirlere filmi zehir ederdi...

Bazen kendini iyice kaptırıp bağırmaya başladığında, aşağıda sinemadaki seyirciler de rahatsız olurlar, ıslık çalıp, yukarı öteberi atarlardı...

Karısı Hatice yenge, kaş göz işaretiyle zar zor sustururdu Sırrı dayıyı... Ama, bir süre sonra tekrar kaptırırdı kendini... Bazen de alınır, kalkar içeri giderdi...

Nal sesi, tabanca sesi, o zamanki ünlü dublaj sanatçıların sesleri, hepsini mükemmel taklit edebilirdi Sırrı dayı... Ama film biter bitmez, tekrar kabuğuna çekilir, sessizliğe bürünürdü...

*

Doğancılar'daki Aypark bahçe sineması ise Üsküdar'ın sosyete sineması sayılırdı... Zaten Doğancılar da Üsküdar'ın sosyete muhitiydi...

Burada daha yeni ve çoğunlukla yabancı filmler oynardı...

Biz buraya film seyretmekten çok, kız kesmeye, kız tavlamaya gelirdik... Zira Üsküdar'ın kendi çapındaki sosyetesinin bütün kızları, hep Aypark'a gelirlerdi...

O zamanlar tüm arkadaşlar kendimizi o zamanların ünlü artistlerine benzetirdik...

Kendimizi benzettiğimiz artistin filmi oynadığında, antraktlarda yüksek sesle ‘‘Frigocu frigocu!..'' diye bağırıp, dikkat çekmeye çalışır, ‘‘Aa, çocuk ne kadar da o artiste benziyor...'' diyen var mı diye etrafı kolaçan ederdik...

Hadi bizi boşverin ama, Demiray diye bir arkadaşımız vardı... O zamanlar ortalığı yeni yeni kırıp geçirmeye başlayan Rock Hudson'un adeta ikiziydi... Yalnız Demiray'ın boyu 1.65 civarında olduğundan, yarım Rock Hudson gibiydi...

O bizden farklı olarak, bir de ordan burdan bulur buluşturur, Rock Hudson'un filmlerine, onun filmde giydiği kıyafetlere benzer kıyafetlerle gelirdi...

Bir defasında Rock Hudson'un ‘‘Sonbahar Rüzgarları'' adlı, sürekli perdesü giydiği bir filmi oynuyordu...

O Allah'ın yazında, Demiray da sinemaya günlerce perdesüylü gelmişti...

Ben, Aypark sinemasında arada bir gidip çalışır, sinemanın afişlerini yapan Adil abiye yardım ederdim... Adil abi benim ilk resim hocam sayılır...

Adil abi sinemanın her şeyiydi... Ama asıl işi, filmlerin o sinemanın tepesine asılan büyük afişlerini hazırlamaktı... Çok iyi resim yapar, çok da güzel afiş yazısı yazardı...

Bu afişler, orijinal afişlerden bakıp büyütülerek yapılır, sonra da üzerlerine kocaman filmin adı yazılırdı...

Adil abi, içmeye sabahtan başladığından, zaman zaman bu afişlerde hatalar yapar, aynı zamanda akrabası olan sinemanın sahibi Mahmut beyi çileden çıkarıp, ağlamaklı hale getirirdi...

Örneğin ünlü ‘‘Kazablanka'' filminin adını Kasap Lanka diye yazmıştı... Film sanki Lanka adlı bir kasabın öyküsünü anlatan bir film gibi olmuştu...

Ya da ‘‘Samson ve Dalilah'' yazacağına, Samsun ve Dalilah yazar, Dalilah Samsun'a gelmiş de film onu anlatıyormuş gibi olurdu...

Bazen de afişteki artist kadının vücudunun üstüne erkeğin kafasını, erkeğinkine de kadının kafasını çizerdi...

Bu yanlışların farkına sonradan tabii varılırdı ama, bu arada afişler asılır, millet de göreceğini görür, kahkahadan yerlere yatardı...

*

Salacak Bahçesi ise büyüdüğüm yerdi, benim mekanımdı...

Hayatımızda kuruş vermeden girdiğimiz tek sinemaydı... Çünkü sürekli duvardan atlardık içeri...

Sinemanın sahibi Talat bey duvarların dibine, dört bir yana bir sürü adam dikerdi, gene de bizimle başedemezdi...

Arada bir enselenip sopa da yerdik ama, o zaman da intikamımız acı olurdu...

Filmin Salacak ve Üsküdar'da ne kadar afişi, panosu varsa, üzerlerine olmayacak şeyler yazıp çizerdik... Ayrıca, örneğin oynayan film bir cinayet filmi ise, Salacak Bahçesi'ne inen yokuşun tüm duvarlarına da katilin kim olduğunu yazar, intikamımızı öyle alırdık!..

Ben bir zamanlar Salacak Sineması'nda gazoz bile sattım... Ama gazozu içenler, şişeleri sürekli denize attıklarından, gazozdan kazandığımı şişeden kaybederek, sonunda battım, gazozculuktan vazgeçtim...

Ya, böyleydi işte bizim bahçe sinemaları!..

Şimdi de olsa da gitsek...Şu yaşımda duvardan bile atlarım valla!..

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!