Babalar ve kızları

O küçük kız, bugün 47 yaşında.

Çocuk gözüyle babasını anlattığı kitabı beni çok etkiledi.

Etkiledi fiili yetersiz.
Darmadağın etti!
Kitabın adı, “Odadan Odaya.” Doğan Kitap’tan çıkıyor.
Ben röportajı yapanım, babamı kaybettim, Fransızca yazıldığı için kitabı tercüme edenin babası da erken yaşta gitti, doyamadan.Kitabı basan da babasını kaybetti. Beni bu röportaja Paris’e götüren Banu Zeytinoğlu da 13 yaşındaydı babasını kaybettiğinde...
Hepimiz benzer duyarlılıklarla yaklaştık kitaba...
Yazanınki ise ayrı dram. Çok çok meşhur bir babanın kızı. Babasıyla hayat boyu teğet geçmiş. Bu kitapla kendini ‘iyileştirmeye’ çalışıyor. Pazar günü okuyacaksınız. Bütün babaları ve kızlarını ilgilendireceğini düşünüyorum. Sizi kitaptan alıntılarla baş başa bırakıyorum...

"O kadar üzgünüm ki... Bir süredir Baba’yla sizli bizli konuşuyorum. Artık ona “Sen” diyemiyorum.
O, bir yabancı. Ruh halimin farkına varmış olmalı ki, bir gün gölge cicianneye, “Bu kız bizi sevmiyor” diyor.
Evet, sizi sevmiyorum deme cesaretim yok. Siz, sevgiden ne anlarsınız ki? İnsanların, öyle “seviyorum” demekle, sevilebileceğini mi sanıyorsunuz? Sevginin öyle, birdenbire gökten düştüğünü mü sanıyorsunuz? Baba olmak, insanın kendisini sevdirmesine yeter mi? Peki ya siz, siz beni seviyor musunuz?
Bütün bu cümleler içimde kaldı.
Anlaşılan aptal bir halim var, ben de öyleymişim gibi davranıyorum.
“Niye böyle diyorsunuz baba? Tabii ki sizi seviyorum.”
Hadi be sen de, ikiyüzlü! İşte sonunda, dünyada en nefret ettiğim şeye dönüştüm. Riyakâr biri oldum. Düşüncelerini bile savunma cesareti olmayan ödleğin teki. Kendisi gibi olamayan biri. Kendimden nefret ediyorum."

* * *

Bugün 14 yaşındayım ve bir çocuk bana ilgi duyuyor.
Bu mümkün değil, çünkü şişmanım ve çirkinim. Bir gün bana ödünç bir kitap veriyor, Maksim Gorki’nin Ana’sı. O kitabı çok önemsiyor. Sayfalarının arasına bir kâğıt iliştirmiş. Kâğıtta, adresi ve kısa bir not var. Mektuplaşmaya başlıyoruz. Biri beni seviyor diye o kadar mutluyum ki...
Bir gün okuldan dönüşte başıma bir talihsizlik geliyor. İzinde olan baba, beni kapıda karşılıyor. Suratı asık, bir terslik olduğunu anlıyorum. Yanına oturmamı istiyor ve bir mektup uzatıyor.
Arkadaşımdan gelen mektup! Okumamı istiyor. Aşk sözleriyle dolu. Mektuba “sevgili” diyerek başlamış. Tıpkı babanın anneye yazdığı mektuplar gibi.
Bana “Siyah lalem” diye seslenmiş. Okumayı bitirdiğimde baba, bütün bunların ne kadar gülünç olduğunu söylüyor bana.
Bu çocuğun hiç kişiliği yok, benimle sadece onun kızı olduğum için ilgileniyor. Ve bir söylev başlıyor. Benimle kimse ilgilenmez.
Ben, birinin dikkatini sadece ismimden dolayı çekebilirim, kendi halimle değil. Hem zaten ben kimim ki? Filancanın kızı olunduğunda, hareketlerine dikkat edilmeli.
Bundan sonra artık o çocukla yazışmaya son vermemi istiyor.
Odama kapanıp, özeleştiri yapmam gerek.
Yapıyorum, yıkılıyorum.

* * *

Büyüyünce ne olacağımı soruyor bana... Cevabım hazır: “Pedagog”.
Bana “Lenin okumalısın!” diye karşılık veriyor. Onun Lenin’inden de Marx’ından da bıktım. Hayatta tek önemsediği o ikisi sadece...Benim ise tek bildiğim şey, Marx’ın Alman, Lenin’in Rus olduğunu. Lenin Rusya’da devrim yapmış, baba da aynı şeyi kendi ülkesinde yapma hayali kuruyor.(...) Babanın sık sık kapitalizmden, faşizmden, komünizmden, sosyalizmden söz ettiğini duyuyorum. Bütün bunların ne anlama geldiğini bilmiyorum, zaten pek de umurumda değil.
Galiba baba büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Ben şişman ve aptalım. Bana hep “şişko kızım”, “aptal kızım” diyor.

Paris yaşlanmış

Paris’teydim, yukardaki röportaj için. İlk defa elle tutulur bir şey olarak gördüm. Neyi mi? Ekonomik krizi. Lokantalarda, şehrin havasında, sokaklarda yürüyen insanların suratlarında. Paris değişmiş. Paris matlaşmış. Nerde o güzel, canlı, kıpır kıpır Paris? Daha pasaklı, daha hantal olmuş... Şehirler de yaşayan canlı organizmalar, onlar da yaşlanıyor. Sarıp sarmaladıkları nüfusla birlikte. Bir de ekonomik krizden paylarını alıyorlarsa. Vay hallerine!
Umarım İstanbul, ekonomik krizden nasibini almaz...
Bu güzelim canlılığını yitirmez!

Pınar teşekkür ediyor

Dünyalar güzeli Pınar demin aradı. Ağlamaklı... Mutluluktan... Ben ağlamaklı... Mahcubiyetten...
Anladınız değil mi hangi Pınar’dan söz ettiğimi?
Annesi babası tarafından öldürüren, kardeşleriyle şu dünyada dımdızlak kalan Pınar Civek.
Evlerinin üzerindeki ipoteği kaldıracak parayı avukatıyla birlikte yatırmışlar. Elinde kapı gibi dekont. O yüzden sesi cıvıl cıvıl.
Annesinin ölümünden sonra ilk defa bu kadar mutlu!
Bu akşam o rahat bir uyku uyursa, kafasını yastığa koyduğunda biraz huzur duyarsa, hayata karşı güveni biraz artarsa... Daha ne isteriz? Hepinize, onun hesabına para yatıran herkese binlerce binlerce teşekkür. Biz hep birlikte inanılmaz bir iş becerdik, üç çocuğu mutlu ettik!

Ya Taksim’de bir otobüs havaya uçsaydı ve 35 kişi ölseydi?

“Yeni yılın ilk saniyelerinde İstanbul’un üstünde havai fişekler patlamaya başlayınca, yüzüm kızardı. Öfke ve utanç duydum. Bir katliamın kurbanı olan otuz beş insanını daha yeni toprağa vermiş bir toplumun, sevinçli kutlamaları, doğrusu bana ağır geldi. Sahte bir yastan, kimsenin, eğlenmemesinden söz etmiyorum ama ‘Biz bu ölümlere hiç aldırmıyoruz’ diye bağıran gösterişli kutlamalar en hafif deyimiyle izansızlık. Türkiye’nin gerçeğini görmek için çok basit bir soru sormak yeterli: Eğer PKK, otuz beş sivil Türk’ü yılbaşından iki gün önce bir otobüsün içinde havaya uçursaydı, bu kutlamaları aynen böyle yapacak mıydınız?”
Ahmet Altan’ın evvelsi günkü yazısı böyle başlıyor...
Ben düzenli bir Taraf okuru değilim. Ahmet Altan’ın çoğu zaman neyi, neden yazdığını da anlayamıyorum. Benim kafam, bu ülkede olup biten bir sürü şeyi almıyor.
Ama itiraf ediyorum, bu yazısında dibine kadar haklı.
Düşünün, yılbaşından iki gün önce Taksim’de bir İETT otobüsü havaya uçsaydı ve sorumluluğunu PKK üstlenseydi... Durum böyle mi olurdu... Olmazdı... Kıyamet kopardı. Yılbaşı filan da kutlanmazdı.
“Orası”, bize uzak ya, sınır ya, onlar kaçakçı ya, en önemlisi onlar Kürt ya, evet 35 kişi öldü üstelik yanlışlıkla devlet bombaladı ama tık yok. Hayat devam ediyor.
Bunu da anlamaya imkân yok!

NE ZAMAN ADAM OLURUZ (*)

İçinde zekâ olmayan yazılara cevap vermediğimiz zaman...

(*) Fatih Altaylı’nın az kelimeyle derdini anlatan yazı numarasını bir seferliğine ödünç alıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları