Ayın üç halini şişelediler Burhan Doğançay da resmetti

İçerisi kalabalık.

Hem de epey kalabalık.

Oysa ben bir iki meslektaşla birlikte kısa bir öğle yemeği yiyeceğimizi düşünmüştüm..
Türkiye’nin önde gelen iş adamları, iş kadınları ve elbette basının etkili kalemleri Sunset’in geniş salonunu doldurmuş.
Hava biraz ağlamaklı olduğundan bahçede kimseler yok.
Daha doğrusu ileride birkaç tiryaki, manzaraya karşı sigaralarını tüttürüyor, işini küfesine atıp da geldiği belli bir iki kişi de ellerinde cep telefonları bir yandan konuşup bir yandan ileri geri yürüyorlar.
Tiryakilerin masasına yanaşıp içeriyi işaret ederek, “Benim bilmediğim bir şey mi var” diye soruyorum. Varmış.
Sunset’i her geçen gün nasıl olur da bir adım daha iyiye götürebilirim diye düşünen Barış Tansever gene bir işbirliğine imza atmış.
Bilenler bilir: Bundan yıllar önce içinde dünyanın en iyi şarapları bulunan özel bir kavı satın alıp mönüsüne eklediğinden beri Sunset, İstanbul lokantaları içinde sivrilmiş ve şehre gelen ünlü yabancıların ve elbette taam erbabının vazgeçilmez adresi olup çıkmıştı.
Kavın mükemmeliği Barış’a yetmemiş olacak ki bu kez kendi şaraplarını yapmak için kolları sıvamış ve Bozcaada’nın medarı iftiharı Corvus şaraplarıyla ortak bir işe kalkışmış. Bozcaada’nın ve Corvus’un seçilmesi de boşuna değil. Barış’ın eşinin ailesinin adada şarap bağları var ve uzun yıllardır ürettikleri üzümü Corvus’un sahibi Reşit Soley’e satıyorlar. İşte bu ikili kafa kafaya vermiş ve Sunset için üretilecek şarapların nasıl olması gerektiği üzerine uzun uzun düşünüp Sunset Dreamin adını verdikleri bir seri hazırlamışlar.

HİLAL, YARIMAY, DOLUNAY

Seri üç adet şaraptan oluşuyor:
New Moon, yani ilkay, ya da benim sevdiğim gibi söylecek olursak hilal, adada kolay yetişen ve çok iyi sonuç veren Malbec üzümünden yapılma hafif bir şarap.
Half Moon, yani yarımay olanıysa Cabarnet Sauvignon, Şiraz, Merlot, Malbec, Karalahna, Öküzgözü ve Cabarnet Franc üzümlerinin karışımından elde ediliyor ve ilkine oranla daha gövdeli.
Seti tamamlayan üçüncü şarap ise tahmin ettiğiniz gibi Full Moon, yani dolunay. Tatmadığım için ahkam kesemeyeceğim ama adından da kolayca anlaşılacağı üzere eminim ikisinden de kallavi...
İşbirliği sadece bu ikili arasında da değil.
Şişelerin etiketleri de başka bir ustaya, Burhan Doğançay’a emanet...
Gene bundan bir süre önce Doğançay usta Sunset için tabaklar tasarlamıştı ve lokantaya ilk kez gelenler içerideki müşterilerin neden uzun uzun boş tabaklara baktıklarını anlayamamıştı.
Sunset’in kuruluşunun 15’inci yılına denk gelen bu işbirliği işte benim de katıldığım o öğle yemeğiyle duyuruldu.
Sınırlı sayıda üretilen Full Moon’un da aralarında bulunduğu üçlü şişe ilk kez görücüye çıktı ve kutusu 1000 TL’den satıldı.
Elde edilen gelirin tümü de Doğançay Vakfı’na gitti.
İsteyenin Sunset’ten, isteyenin de Doğançay Müzesi’nden satın alabileceği bu üçlü üzerine daha çok konuşulur.
Üçlü derken şarapları kastediyorum.
Yok diğer üçlüye gelirsek onlar hakkında konuşmak abesle iştigal.

yemek-mutfak
ağırlama-sofra *
adres-mekan
içki-sigar *
mey-meyhane
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım
lokanta-bar *
düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
kitap *
edebiyat
insan-portre


Siz cümlenizi bitiremeden yeni işlere kalkışacaklarına kalıbımı basarım.
Yanar yanar da bu ülkede böylesine güzel sonuç veren işbirliklerinin azlığına yanarım.

BİR DERS
Vize dilekçesi hangi dilde yazılmalı


Tayyörlü, inci kolyeli yaşlıca kadın durduğu gişenin arkasındaki adama çıkışıyor... “Niçin dilekçemi yabancı bir dilde yazmam gerektiğini anlayabilmiş değilim” diyor, “Ben Atatürk Cumhuriyeti’nin Türkçe öğretmeniyim. Bir dilekçe yazacaksam kendi dilimde yazarım”...
Gişenin arkasındaki genç adam nazikçe, konsolosluk yetkilileri daha kolay okusunlar diye dilekçelerin yabancı dilde yazılmasının istendiğini anlatıyor.
Nafile...
O devam ediyor. “Gittiğim ülkenin dilini bilmek zorunda değilim” diyor. “Turist olarak şehri görmeye, müzelerini gezmeye de gidebilirim. Ama onlar eğer bu ülkede koca bir konsolosluk açtılarsa yanlarında Türkçe bilen, dolayısıyla da yazılanları çevirebilecek birini bir zahmet çalıştırıversinler.”
Kalemi alıyor, harflere kuyruk taka taka dilekçesini yazıyor.
Altına da afili imzasını atıyor.
Başına ‘Em. Türkçe Öğretmeni’ yazmayı unutmadan.
Çıktığımızda yanına gidip “Yerden göğe haklısınız” diyorum.
Gözümün içine bakarak “Peki siz dilekçenizi hangi dilde yazdınız” diye soruyor.
“Yazmadım” diyorum.
“O zaman eksik belge vermişsiniz kızım gidin tamamlayın.”
Dönüp yoluna gidiyor.
Arkasından bakarken öğretmenlikten emekli olunmayacağını düşünüyorum.
Ve mırıldanarak, bir kez daha “Yerden göğe haklı” diyorum.

KİTAP FUARI
Madem kitap satacaksın müşterinin ayağına git


Şikayetler bitmek bilmedi. Yazan yazdı, yazmayan dillendirdi.
“Merkezden böyle uzak fuar olur mu”, “Kitap doğası gereği hayatla halhamur olması gereken bir meta değil midir” yollu soruların ardı arkası kesilmedi.
Ben de bu tür fuarlara gitmek için Mecnun misali dağlar devirmenin gerekmediğini düşünenlerdenim.
Yok servise bin, yok otobüsten in, yok trafikte gıdım gıdım yol al, yok salona girmek için kuyrukta bekle, birinci beşinci onuncu yayınevi derken sürüklenmeye başla, o stand senin bu stand benim gez, yirminciye gelmeden bayılma noktasına gel, soluklanma yeri bulama, onca yolu göze alıp geldiğin için kendine mi yoksa seni oraya sürükleyene mi kızacağını bileme, dön döneme, gör göreme, saçını başını yol, al eline jileti lime lime et bileğini göğsünü... Ne o, kitap fuarına gittin.
Adı üzerinde, kitap fuarı bu.
Frankfurt’taki fuar da, Londra’daki de farklıdır: Onlar nispeten merkeze uzak fuarlardır ama ikisi de telif fuarlarıdır. Yayınevi yayınevini orada bulur, yazar yazarı orada tanır. İşiniz eğer kitapla ilgili bir işse kalkar gık demeden o fuara gidersiniz.
Oysa bizdeki kitap fuarları düpedüz alıcıya yöneliktir: Daha ucuz, daha evla, hepsi bir arada... Mantık budur... Gelin, görün, alın misali.
Eee peki o zaman niye bunca uzakta?
Madem satıcı sensin, müşterinin ayağına sen gideceksin.
Düz mantık.
Bu arada yayıncı bir arkadaşımın şikayetini anlatmadan geçemeyeceğim: Zira kendisi iki yıldır sürmekte olan bir dertten mustarip.
Derdin adı: Kadınlar tuvaleti.
Fuardaki kadınlar tuvaletinin hali pür melalinden yakınıyor. Ne zaman tuvalete girecek olsam diyor içeride bir ayağını lavabonun içine sokmuş ovalamaya çalışan diğeriyle yere serili ıslak tuvalet kağıtlarına basan bir sürü kadınla karşılaşıyorum. Lavabo şıpır şıpır, zemin desen ayrı felaket ve bunun adı ne yazık ki abdest.
GEÇEN YIL DA AYNI ŞİKAYET OLMUŞ
Benim bildiğim hepi topu üç beş gün süren hiçbir yurtdışı fuarında müminler gelsin de dua etsin diye ayrılmış bir dua alanı, örneğin şapel yoktur ama bizde malum ‘mescit’ var.
O zaman fuar yönetimi bir zahmet mescitin yanına tıpkı erkekler için yaptığı gibi kadınlar için de bir abdesthane kuramaz mı?
Bizi ve tuvaleti dini vecibeler dışında kullanmak isteyen ziyaretçileri bu manzaraya maruz kalmaktan kurtaramaz mı?
Sanmayın ki derdini sadece bana anlatıyor. Gitmiş yetkililerle de konuşmuş...
“Ne dediler” dedim...
“Yerden göğe haklısınızlar... ceğizler... cağızlar...” dedi.
Geçen yıl da bu konuda epey şikayet olmuş, hatta imza filan da toplanmış ama anlaşılan hiçbir önlem alınmamış.
Fuarı yeniden şehre getirmek zor olabilir ama abdesthane işine çare bulmanın zorluğunu çözemedim.
Arkadaşımın derdini yetkililere bir de buradan duyurayım istedim.
Yazarın Tüm Yazıları