Aşkın bulunduğu liman

Milano’da, katedrale bakan bir kahvede otururken pat diye sormuştu:

‘Seni Portofino’ya götüreyim mi?’

Suratına öyle bakakaldığımı hatırlıyorum. Pavlov’un şartlı refleksinde olduğu gibi, Portofino adını duyar duymaz kulağıma dalga sesleri gelmişti. Ardından da malum dize: ‘I found my love in Portofino.’ (Aşkımı Portofino’da buldum.)

*

Ertesi gün erkenden yola koyulmuştuk. Söylediğine göre, Portofino’ya bir çırpıda gitmeyecektik. Çeşitli mekanlarda yemek ve manzara molaları verecektik. Benim için hava hoştu. Bir yere gidecektim ya, gerisinin pek önemi yoktu.

Önce Po Ovası’nı geçmiştik. Bulmacalarda sıklıkla sorulan bu iki harfli ovadaki çeltik tarlaları göz alabildiğine uzanıyordu.

*

Öğle yemeğini yiyeceğimiz dağ evine tırmanıyorduk... Zirveye doğru hava oldukça serinlemişti. Dağ evini sarmalamış olan bulutlar camlardan aşağı damlacıklar halinde süzülüyordu. Gürül gürül yanan şöminenin yanına oturup elime tutuşturulan kadehteki kırmızı şarabı yudumlayarak ısınmaya çalışmıştım.

*

Cenova’dan sonra 50 kilometre daha gidince, deniz kıyısında San Margherita kasabasına gelmiştik. Geceleyeceğimiz bu köy, yeşil tepelerle turkuvaz renkli Akdeniz’in arasına sıkışıp kalmıştı. Tepelerdeki köşkleri, palmiyeli yolları, rengarenk çilekli parkları, mavi, yeşil, sarı, vişneçürüğü badanalı evleri görünce, ‘İşte cennet’ demiştim.

İskelenin karşısındaki bara oturduğumuzda denizde yakamozlar oynaşmaya başlamıştı. Garson bize sormadan, soğutulmuş uzun bardaklar içinde, buz gibi şeftalili votka getirmişti.

Akşam yemeği için yine deniz kıyısında, küçük bir lokantaya gitmiştik. Burada da tüm İtalyan lokantalarında olduğu gibi etrafa fesleğen, samısak ve zeytinyağı kokusu sinmişti. Yaşlıca bir müzisyen, bir köşede napoliten çalıyordu. Yemek için önden ‘pesto genovese’ ısmarlamıştım. (Tarif: Servis tabağı büyüklüğünde iki dilim taze lazanya suda haşlanıyor. Üstüne, fesleğen, dövülmüş dolmalık fıstık ve ceviz, rendelenmiş koyun peyniri, parmesan, zeytinyağı, sarmısak ve karabiber karışımından oluşan sos dökülüyor.)

İkinci yemek olarak peynirli patlıcan istemiştim. (Tarif: Uzunlamasına dilimlenmiş bostan patlıcanları zeytinyağında hafifçe kızartıldıktan sonra bir tepsiye diziliyor. Patlıcanların üzerine dilim dilim rakle peyniri konuyor. Onun üstü yine patlıcan dilimleriyle kapatılıyor. Bu peynirli patlıcan böreği, üstüne sarmısak soslu rende domates döküldükten sonra fırında yarım saat pişiriliyor.)

*

Ertesi sabah erkenden Portofino’ya doğru yola çıkmıştık. Motorla gitmek yerine, kumsalı izleyen beş kilometrelik yolu yürümeyi tercih etmiştik... Bir tarafı deniz, bir tarafı yeşillik tepe olan yol oldukça keyifliydi. Yolun sol kıyısındaki çakıllı kumsalda, yazı erken getirmiş dilberler, o muhteşem vücutlarıyla sere serpe uzanmışlardı.

*

Önce Portofino tabelasını görmüştüm. Hemen altında asılan tabelada ise klakson çalmamaları konusunda sürücüler uyarılmıştı. Sağ taraftaki tepede, ünlü Splendido Oteli, ağaçların arasında kaybolmuştu. Dar bir sokaktan indiğimiz kilisenin avlusunda, bir düğün töreninin ortasında bulmuştuk kendimizi. Gelinle damadı kutladıktan sonra, deniz kıyısına doğru yolumuza devam etmiştik. Ünlü Portofino, bir koyun etrafına sıralanmış, rengarenk evlerden oluşmuş küçücük bir köydü.

Bir kahveye oturup, soğuk bira eşliğinde çevreyi seyretmeye dalmıştık. Koya bakarken aklıma Fransız romancı Maupassant gelmişti. Bu koyda yatını demirlemiş, yeni yazacağı roman için ilham gelmesini beklemişti. Daha sonra Vittorio Paltineri aklıma takılmıştı. Dalga seslerini nerede duymuş, aşkını acaba nerede bulmuştu?

Portofino, diğer küçük koylara benziyordu. Assos, Sığacık, Turunç, Gümüşlük, Bitez gibi. Bütün koylarda hava nedense buram buram aşk kokardı. Ara sokaklarında ne aradığımızı bilmeden, akşama kadar dolaşıp durmuştuk. Akşam yemeği için iskelenin üstündeki bir lokantaya gitmiştik. (Deniz mahsulleri soslu kuşkonmaz, midyeli rizotto ve meyve salatası.)

San Margherita’ya dönmeden önce elime bir kadeh armanyak alıp koya bakarak son kez ‘I found my love in Portofino’ dizelerini mırıldanmıştım.


Selim İleri, ‘seyahat özürlü olduğu için’, dostu Mehmet Yaşin’in nice zamanların emeği gezi yazılarının bir an önce yayımlanmasını talep edip duruyordu. Sonunda istediği oldu. Yaşin’in seyahat yazıları Doğan Kitap’tan Uzakname adıyla çıktı. Selim İleri de Uzakname’yi okurken, bir uçtan bir uca, Aliano köyünden Kuzey’e, sonra ta çöllere, ‘buralara çok şükür Mehmet Yaşin uğramış’ dedi. Çünkü ona göre yazar gittiği yer yerde kültürü, tarihin mirasını, sanatı yansıtmayı unutmuyordu. Gündelik dünyanın yansıtılmasının çok ötesinde bir tutumdu bu. Yaşin bilgiçlikler taslamıyor, her yolculuğunda amatör bir gezginin heyecanını koruyordu. Bu hafta burada Mehmet Yaşin’in kitabından özet bir bölüm okuyacaksınız...


Bir seyahate gitmek üzere uçağa yetiştiğimden, yani umarım yetişirim, nerede benim biletim, pasaportum nerede benim... Bu haftaki seyahat yazısını yazamadım. Köşemi güzel insan Mehmet Yaşin’e bıraktım...
Yazarın Tüm Yazıları