Ankara Antlaşması’nın 50’nci yıldönümünde unutulan AB hedefi

DÜN Soli Özel’in Habertürk’teki köşesinde “Unutulan Anlaşma” başlığıyla çıkan yazısını okumasaydım, galiba ben de atlayacaktım.

Haberin Devamı

Önceki gün, Türkiye ile Avrupa Ekonomi Topluluğu (AET) arasında Türkiye’ye Avrupa bütünleşmesine katılabilmesinin önünü açan Ankara Antlaşması’nın imzalanmasının 50’nci yıldönümüydü. TBMM’de 12 Eylül 1963 tarihinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün de katılımıyla, bir tarafta Türkiye, diğer tarafta AET’nin o dönemdeki 6 üyesinin dışişleri bakanlarının bu antlaşmaya imza atmalarından bu yana tam yarım yüzyıl geçmiş.
Soli Özel önceki gün Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve AB Bakanlığı’nın web sitelerine baktığında, 50’nci yıldönümü hakkında yalnızca “hiçbir şey” bulmuş. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün TÜMSİAD toplantısındaki uzun konuşmasının dış politika bölümü de daha çok Suriye’deki içsavaşa odaklanmıştı.
Buna karşılık, İktisadi Kalkınma Vakfı gibi iş dünyasından bazı kuruluşların yaptığı açıklamalar bu genel tablonun sınırlı istisnaları arasındaydı.
* * *
Ankara Antlaşması’nın 50’nci yıldönümünün bu kadar silik bir şekilde geçmiş olmasının anlamı yeteri kadar açıktır. Türkiye, AB’ye dönük perspektifini, heyecanını kaybetmiştir.
Türkiye-AB ilişkisi geçen 50 yıl içinde pek çok engebeli yolu aşarak ilerlemiş, nihayetinde 1999 yılında Türkiye’nin tam üye adaylığı tescil edilmiştir. Gelgelelim, müzakerelerin 2005 yılında resmen açılmasından iki-üç yıl sonra süreç yavaşlamaya başlamış ve bugün fiilen durma noktasına gelmiştir.
Türkiye’nin tam üye olabilmesi için müzakerelerde kapatılması gereken toplam 35 başlıktan şu ana kadar yalnızca 13’ü açılabilmiştir. En son başlık (gıda) 2010 yılında müzakereye açılmıştı. Bu arada, 2005’te Türkiye ile birlikte müzakerelere başlayan Hırvatistan sekiz yılda süreci tamamlayıp, iki buçuk ay önce 1 Temmuz’da törenle 28’inci tam üye olarak AB’ye katılmıştır.
İlişkilerin geleceği bugün için büyük bir belirsizlik gösteriyor. Böyle olmasında kuşkusuz iki tarafın da sorumluluğu var. AB cephesinde, özellikle Almanya ve bir önceki Fransız hükümetinin, müzakere sürecinin durdurulmasındaki veballeri inkâr edilemez.
AB cephesindeki isteksizlik, tam üyelik müzakerelerini açtıktan sonra heyecanını zaten önemli ölçüde kaybetmiş olan AK Parti hükümetine önemli bir mazeret sunmuştur. Hükümetin iradesindeki gerilemeyi, AK Parti’nin iktidara geldiği ilk yıllardaki ateşli AB söylemi ile bugünkü suskunluğu arasındaki fark üzerinden okuyabiliriz. Aslında suskunluktan da öte, son günlerde sıkça AB’ye karşı çatışmacı bir dille karşılaşıyoruz özellikle Başbakan Erdoğan cephesinde.
* * *
Hükümetin dünyaya bakışında ilgisinin, dikkatinin başka coğrafyalara, başka stratejik önceliklere kaydığı aşikâr.
Türkiye’nin AB karşısındaki gönülsüzlüğünün gerisinde başka faktörler de var. Bunların başında özellikle Türk ekonomisinin geçen 10 yıl içinde gerçekleştirdiği kayda değer büyüme oranlarının yarattığı özgüven duygusunun AK Parti kadrolarını Türkiye’nin AB’ye eskisi kadar ihtiyaç duymadığı değerlendirmesine ittiği söylenebilir.
Ancak bu alandaki başarılar AB hedefini bir tarafa itmenin gerekçesi olmamalıdır. AB, hâlâ dünyanın en büyük ekonomik varlığıdır. Türkiye, dış ticaretinin yaklaşık yüzde 40’ını AB ülkeleriyle yapıyor. Her yıl Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye girişinin de genellikle yüzde 70-75’i AB ülkelerinden kaynaklanıyor.
* * *
AB, aynı zamanda dünyanın en ileri çok taraflı demokrasi ve barış projesidir. AK Parti hükümeti demokratik istikrar anlamında önünün açılabilmiş olmasını önemli ölçüde AB reformlarına ve AB sürecinin taşıdığı koruyucu etkilere borçludur. Türkiye’nin gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti olabilmesi hedefinin en değerli güvencesi AB’dir. Bugün bu alanlarda yaşadığımız ciddi sıkıntılar önemli ölçüde AB perspektifinin raydan çıkmış olmasının sonuçlarıdır.
Ayrıca, Türkiye’nin yer aldığı coğrafyanın yayılma istidadı gösteren içsavaşlar, mezhep çatışmaları ve kanlı darbelerle kuşatıldığı bir dönemde yol alıyoruz. Arap Baharı sürecinin başlangıçta yarattığı iyimserlik havası bugün yerini karamsarlığa bırakırken, bölgede taşların yerli yerine oturması çok uzun yıllar, hatta on yıllar alabilir.
Bu durumda çevresindeki türbülansın bütün serpintileri Türkiye’nin üzerinden eksilmeyecektir. Böyle bir zamanda dış politikanın dengeleri bakımından bir ana doğrultunun sağlam ve istikrarlı bir şekilde korunması zorunludur. Bu yörünge, hükümet çevrelerindeki bütün gönülsüzlüğe rağmen Batı’dır ve bu bağlamda öncelikle AB’dir.
AB tam üyelik sürecine yeniden bir ivme kazandırılması ihtiyacı hayati bir önem kazanmıştır.

Yazarın Tüm Yazıları