Bir ‘tasavvuf’ yolculuğu

En son Tokyo Film Festivali’nde ‘En İyi Film’ ödülüne uzanan Semih Kaplanoğlu imzalı ‘Buğday’, distopik bir hikâye eşliğinde genel insanlık hallerine ‘inanç’ açısından bakıyor. İngilizce, siyah-beyaz çekilen yapımın başrollerini Jean-Marc Barr ve Ermin Bravo paylaşıyor.

Haberin Devamı

Semih Kaplanoğlu, ‘Yusuf Üçlemesi’nin son hamlesi olan ‘Bal’dan yedi yıl sonra çektiği ‘Buğday’la huzurlarımızda. Film, sinemamızın çok nadir uğradığı bir kulvarda ilerliyor ve bize ‘tasavvufi’ öğelerle bezeli ‘distopik’ bir öykü anlatıyor.

Siyah-beyaz (dili de İngilizce) çekilen yapımın önce hikâyesini aktaralım: Yakın bir gelecekte yaşanan iklim değişiminin ardından yeryüzündeki yaşam zor koşullarda sürdürülmektedir. Sınırlar yeniden tanımlanırken sistemin ana damarları, manyetik kalkanların içindeki yerleşimlerde atmaktadır. Göçmenlerin kamplarda bekletildiği bu düzeni reddedenlerse ‘Ölü Topraklar’ diye adlandırılan bölgede ayakta kalmaya çabalar. En büyük sorunlardan biri de genetiğiyle oynanmış tohumlar konusundaki kaostur. Çözüm, bir zamanlar sistemin gözde bilim insanı olan ve sonradan modern hayatı reddederek ‘Ölü Topraklar’da yaşamayı seçen gen uzmanı Cemil Akman’ı bulup yardımını istemektir. Bu görevi Prof. Erol Erin üstlenir...

Haberin Devamı

Bir ‘tasavvuf’ yolculuğu

‘Stalker’ etkisi

‘Buğday’, teknik açıdan sinemamızın standartlarının üzerinde seyrediyor. Giles Nuttgens imzalı siyah-beyaz görüntü çalışması çok başarılı. Keza Naz Erayda’nın prodüksiyon tasarımı da... Bütün bu çabaların birleşmesi sonucu ortaya çıkan atmosfer ve çizilen distopik dünya etkileyici. Lakin film adeta tam ortasından ayrılmış iki farklı bölümden oluşuyor gibi. İlk yarıda herhangi bir Batılı yapımda rastlayacağımız bir gelecek tasarımı ve bilimin hükmettiği bir düzen var, ikinci yarıdaysa Erol Erin’in, Cemil Akman’ı bulmasıyla birlikte çıktığı bir yolculuk ve bu yolculuk esnasındaki metaforlar ve göndermelerle yüklü, bilimin yerini inanca bıraktığı bir serüven... Semih Kaplanoğlu (senaryosunu da eşi Leyla İpekçi’yle birlikte yazmış), çok sevdiği Tarkovski’vari bir havaya büründürdüğü, kimi sahnelerinde görüntü bağlamında ‘Kurban’ı ama genel olarak ‘Stalker’ı hatırlatan filminde, ‘İnanç sineması’nın teknik düzeyi yüksek bir ifadesine soyunmuş.
Dini bilgilere vâkıf seyirci, belki Erol-Cemil ikilisinin yolculuğunun Kuran’da geçen, Hz. Hızır’la Hz. Musa’nın yolculuğunun anlatıldığı kıssadan ilham alındığını anlayacaktır (anlamayanlar içinse çözüm, Kaplanoğlu’nun filmin gösterildiği festivallerde ve verdiği kimi söyleşilerdeki açıklamalarına başvurmak). Bense söz konusu yolculuktaki karakterleri, günümüzdeki yansımaları açısından ‘laik’le ‘muhafazakâr’ olarak okudum.

Haberin Devamı

Bir ‘tasavvuf’ yolculuğu
Filmde Prof. Erin’i ‘Derinlik Sarhoşluğu’ndan hatırladığımız Jean-Marc Barr canlandırıyor.

Peki ya ‘Doğu’?

Filmin benim durduğum yerden problemi de sanki burada başlıyor. İş bilimden inanca taşınırken ve yolculuğun sonucunda inanan, hayata bilim penceresinden bakan materyalisti kendi yanına çekerken öykü bu dönüşümü mantıktan ziyade inanç düzleminde bize sunuyor. Ki bunda ön kabul gereği açısından bir problem yok elbette; inanmak, adı üzerinde inançtan geliyor. Ama meseleye mantık süzgecinden bakan biri için, Erol Erin niye Cemil Akman’ın safına geçiyor, bunu ‘mucizelere’ ve kimi emarelere kendinizi yakın hissetmiyorsanız anlamanız ve ikna olmanız zor tabii.

Haberin Devamı

Bir de filmin genel tavrında gördüğümüz sorumlu ve sorunlu ‘endüstrileşmişler’ ya da ‘gelişmişler’ (bence bunun adı ‘Batı’) meselesi var. Evet, Batı sömürgeciliğin, emperyalizmin, kapitalizmin öncelikli şubesi. Ama ya hayat biçimlerini, rejimlerini dini esaslara göre düzenleyen endüstrileşememişler (‘Doğu’), onlar farkını nasıl ortaya koyuyor? Ya da uzaklara gitmeye gerek yok, yaşadığımız topraklar? İlerleme adına yeşili yok etme, insanlığın soluk aldığı yerleri rant uğruna ortadan kaldırma, betonarmeyi hâkim kılma çabasına soyunma, başta Osmanlı olmak üzere onca uygarlığın mirasını üzerinde taşıyan İstanbul, Bursa gibi güzide kentleri sayısız ucubeyle donatan zihniyetler? Kuşkusuz Kaplanoğlu, söyleşilerinde bizdeki sorunlara da dikkat çekiyor ama filmi genel olarak faturayı Batı’ya ve maddeci tavrına kesiyor; arada sanki tarafını yanlış seçmiş bilim de nasibini alıyor gibi.

Haberin Devamı

Sonuç? ‘Buğday’, mesajını ideolojik bakışınıza göre kendinize yakın ya da uzak bulacağınız ama reji, teknik, atmosfer ve görsellik açısından kayıtsız kalınamayacak bir çalışma olmuş.

‘Kaplanoğlu sineması’ndaki değişim...

‘Buğday’ın Türkiye prömiyerinin yapıldığı Adana Film Festivali’ndeki gösteriminden sonra düzenlenen basın toplantısında bir seyirci yönetmene, “Önceki filmlerinizde inanç meselelerini öykünün aralarında biz seyirciler bulup çıkarırdık, burada görüyoruz artık bundan vazgeçmişsiniz ve siz mesajınızı bize artık direkt olarak sunuyorsunuz. Bundan sonra Kaplanoğlu sinemasının yolu böyle mi çizilecek” şeklinde bir soru sormuştu. Semih Kaplanoğlu da bu soruya, “Ben böyle bir tercihi bilinçli olarak yapmadım, içimden ne geliyorsa onu çektim” cevabını vermişti.

Haberin Devamı

Bu soru bence önemli; ‘Buğday’, ‘Kaplanoğlu sineması’nın bundan sonra ilerleyeceği rota için de ilk çıkış istasyonu olacak gibi.

BUĞDAY (5 üzerinden 3 yıldız)
Yönetmen: Semih Kaplanoğlu
Oyuncular: Jean-Marc Barr, Ermin Bravo, Grigoriy Dobrygin, Cristina Flutur, Lubna Azabal, Hal Yamanouchi
Türkiye yapımı

Bir ‘tasavvuf’ yolculuğu

‘Öteki’nin bir çocuk olarak portresi

Doğuştan ya da sonradan meydana gelen fiziksel problemler ve toplumsal uyuşmazlıklar... Bu hattın en akılda yapımları kuşkusuz David Lynch imzalı ‘Fil Adam’ (‘The Elephant Man’) ve Peter Bogdanovich’in ‘Mask’ıdır. Haftanın yenilerinden ‘Mucize’ (‘Wonder’) aynı sularda gezinen bir yapım.

Öykünün kahramanı Auggie Pullman, 10 yaşında bir çocuk. Nadir görülen bir gen problemi nedeniyle yüzünde deformasyon oluşmuş ve sokağa çıkarken çözümü kafasına bir astronot kaskı takmakta bulmuş. Eğitimini ise annesi Isabel’in evdeki dersleriyle sağlamış. Ve artık okul hayatına, topluma, daha geniş sulara açılma vakti gelmiş. Film, Auggie’nin okuldaki ilk günüyle başlıyor ve sonrasında yaşanan mutlu ve acı anlara odaklanıyor...

RJ Palacio’nun 2012 tarihli çok satmış romanından sinemaya uyarlanan ‘Mucize’, özellikle ilk yarısında ele aldığı karakterin açmazlarını, tutunma çabasını, hayatın kendi rutini içindeki gerçeklerle hesaplaşmasını zarifçe, zekice ve son derece iyi yazılmış diyaloglar eşliğinde anlatıyor. Film zaten uzun bir süre Auggie’nin peşine takılıyor, sonrasında meselelere ablası Via’nın, okuldaki en yakın dostu Jack Will’in ve Via’nın arkadaşı Miranda’nın cephelerinden bakarken “Onların da kendilerince dertleri var” demeye getiriyor.

Hollywood’vari mutluluk

‘Saksı Olmanın Faydaları’yla (‘The Perks of Being a Wallflower’) tanınan senarist-yönetmen Stephen Chbosky, ‘Mucize’de hüzünle komedinin atbaşı gittiği bir anlatım tutturmuş. Yazının başında adını andığımız ve türün klasikleri arasına girmiş yapımların yanında, elbette meseleye umutla bakan ve yaşama sevincini ön plana çıkaran bir çalışma bu.

Aslında belli noktalara kadar da dengeli ve pozitif bakış, filmi sevimli, sıcak, samimi ve kayda değer kılıyor. Ama sonlara doğru o klasik Hollywood bakışı ve yaklaşımı kendisini altı kalın çizili sahneler ve diyaloglarla sahaya sürüyor ve ‘Mucize’nin büyüsü belli ölçülerde zedeleniyor. Çünkü bu bölümde senaryo gereksiz bir gevezelikle neredeyse öykünün bütün kahramanlarına ahlak dersi vermeye ve ‘Kötüler cezasız kalmaz’ı gözümüze fazlasıyla sokmaya başlıyor.
Oyunculuklara gelince: ‘Room’la hatırlanan minik Jacob Tremblay, Auggie’de makyajla elde edilmiş bambaşka bir yüzle seyirci karşısına çıkarken aksamayan bir performans sunuyor. Julia Roberts da anne Isabel de gayet iyi. Baba Nate’de Owen Wilson biraz fazla abartılı oynuyor. Abla Via’da Izabela Vidovic de ortalama tutturanlardan. Bence filmde en kayda değer performanslar minik oyuncular Noah Jupe (‘Jack Will’) ve Bryce Gheisar’dan (‘Julian’) geliyor.

MUCİZE (5 üzerinden 2,5 yıldız)
Yönetmen: Stephen Chbosky
Oyuncular: Jacob Tremblay, Julia Roberts, Owen Wilson, Izabela Vidovic, Danielle Rose Russell, Noah Jupe, Bryce Gheisar, Mandy Patinkin, Daveed Diggs
ABD yapımı

Bir ‘tasavvuf’ yolculuğu
Ayı Paddington 2

Diğer seçenekler

◊ Haftanın mönüsünde yer alan yapımlardan ‘Ayı Paddington 2’, yönetmen olarak Paul King imzasını taşıyor. Kadroda Sally Hawkins, Hugh Bonneville, Julie Walters, Ben Miller, Jessica Hynes gibi isimler bulunuyor. Paddington’ı ise Ben Whishaw seslendiriyor.

◊’Kardeşim Benim 2’yi Mert Baykal yönetmiş, oyuncular Burak Özçivit, Murat Boz, Ferdi Sancar ve Leyla Feray.

◊ Tuncer Gürbüz imzalı ‘Morg’un kadrosunda Emin Gümüşkaya, Gamze Pelin Gökçe, Cengiz Demir Öztürk ve Banu Ölmez gibi isimler yer alıyor.

Bir ‘tasavvuf’ yolculuğu

Boğaziçi’nde son iki gün…

Bu yıl beşincisi düzenlenen ‘Boğaziçi Film Festivali’, yarın sona eriyor. Dolayısıyla etkinlik programından yararlanmak isteyenler için iki gün var hâlâ. Bugünün programının en önemli faaliyeti saat 13.00’de başlayacak ve 15.00’e kadar sürecek olan, Tünel’deki Soho House’un İstanbul Balo Salonu’nda ünlü Macar yönetmen Bela Tarr’ın ‘Masterclass’ı.

Film gösterimleri ise, festival süresince olduğu gibi Beyoğlu Atlas ve Kadıköy Sineması’nda gerçekleştirilecek. Günün dikkat çeken yapımı George Clooney’nin yönettiği ‘Suburbicon’. Başrollerini Matt Damon, Julianne Moore ve Oscar Isaac gibi isimlerin paylaştığı filmin gösterimi Kadıköy Sineması’nda saat 21.30’da. Yarınki programda ise Macid Macidi’nin ‘Bulutların Ardında’sı saat 19.00’da Beyoğlu Atlas’ta izlenebilir. Ayrıca Bela Tarr’ın 2007 tarihli filmi ‘Londra’daki Adam’ da saat 16.00’da Kadıköy Sineması’nda gösteriliyor.

Yazarın Tüm Yazıları