Amerikalılar, kestiğimiz devenin dedesinin heykelini dikmişlerdi

Kıt’a Arabistanı’nın dini yorum tarzını model seçen varoş İslamı’nın Atatürk Havalimanı’nın apronunda kestirdiği deve sayesinde ele-güne rezil olduk.

Deve, at ve eşek gibi áşinalarımızdan değildir; Arap kültürünün parçasıdır ve kültürümüzde "deve" kavramına pek rastlanmaz. Dolayısıyla, altı asırlık Osmanlı tarihinde bile, develerle ilgili olarak resmi kayıtlara geçen tek bir olay vardır: 1856’da, zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid tarafından Amerika’ya iki çift deve hediye edilmesi ve Amerikalılar’ın İzmir’den götürdükleri bir deveciye anıtmezar yapıp mezarın üzerine bakırdan bir deve heykeli dikmeleri... İşte, tarihimizdeki bu tek deve hadisesinin kısa öyküsü...

ATATÜRK Havalimanı’nın apronunda deve kesenler sayesinde ele-güne rezil olduk. Bütün dünya, aprondaki kanlı sahneleri şimdi acı tebessümlerle seyrediyor.

Bilmem, farkında mısınız? 12 Eylül’den sonra, Türkiye’nin İslam’ı yorumlamasında önemli değişiklikler yaşandı. Kırsal kesimin İslam anlayışı ile büyük şehirler arasında asırlardan buyana zaten bazı farklar vardı. Şehirler, imparatorluk olmanın getirdiği kültürel etkilerle dine başka çerçeveden bakar, kırsal kesim ise İslam’ı köyün yahut kasabanın bakış zaviyesinden değerlendirir ve öyle yaşardı.

İşte, 1980 sonrasında artan iç göç, şehir kültürünün yerine taşra hayat tarzının ádetlerini nasıl hákim kıldıysa, İslam’ı yorumlama ve dine uygun yaşama biçimlerinde de değişikliklere sebep oldu. Şehirlerin sosyal hayatında taşradan gelme ádetler öne çıktı, yáni köylüleştik ama İslam’a bakış konusunda Araplaştık! Zira, taşra, dine hep kıt’a Arabistanı’ndaki İslámi gelenekler çerçevesinde bakmıştı ve kırsal kesim, şehirlerdeki hákimiyetini dini alanda da gösterdi, Arap hayranlığı yoluna girildi.

Geleneksel başörtümüzün yerini bugün "türban" dediğimiz modelin alması, -bilenler bilir-, ezanın okunuşunda ve Kur’an tilávetindeki farklılaşma, yani müezzin ve háfız gırtlağına nağmesiz Arap tavrının hákim olması ve 1980 sonrasında doğan çocukların bizde daha önceleri várolmayan "Aleyna" yahut "Enes" gibi isimler taşımaları, kıt’a Arabistanı ádetlerini benimseyen köy İslamı’ndaki yükselişin örnekleriydi.

Bu değişimden, nihayet Arap kültürünün ayrılmaz parçası olan develer de nasiplerini aldılar.

TÜRKLER DEVEYE YABANCIDIR

Anadolu’ya asırlar önce getirilen ve hálen çok az sayıda várolan deve, kültürümüzde pek rastlanmayan bir hayvandı. At ve eşek gibi áşinalarımızdan değildi; Dede Korkud hikáyelerinde birkaç cümleyle geçen "buğra" yani deve yavrusu bahisleriyle ve bazı atasözlerinin, deyimlerin ve dini hikáyelerin dışında, folklorumuzda da pek yer almamıştı.

Gerçi, imparatorluk zamanında her sene Mekke’ye gönderilen ve "surre" denilen dini alaylar için saray tarafından beslenen develer hep várolmuşlardı ama bunlar birkaç adetten ibaretti. Osmanlı döneminde padişahların tahta geçiş yıldönümlerinde bir deve kurban edilmesi geleneği de vardı fakat hepsi bu kadardı ve deve Türk kültürünün değil, Arap geleneğinin unsuruydu.

Dolayısıyla, deve bahislerinin pek bulunmadığı altı asırlık Osmanlı tarihinde, develerle ilgili olarak resmi kayıtlara geçen ama az bilinen tek bir olay vardı: 1856’da, zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid tarafından Amerika’ya iki çift deve hediye edilmesi, Amerikalılar’ın da İzmir’den götürdükleri bir deveciye anıtmezar yapıp mezarın üzerine bakırdan bir deve heykeli dikmeleri...

İSTANBUL’A DEVE SEFERİ

İşte, Anadolu’nun "deve tarihi"nde ilk ve tek olan bu hadisenin ayrıntıları:

Birleşik Amerika, Meksika ile giriştiği ve iki sene devam eden savaştan henüz çıkmıştı. Batıdaki topraklara yeni yeni açılmakta, bir taraftan Kızılderililer ile uğraşırken, bir taraftan da California’da yaşanan "altına hücum"u intizama sokmaya çalışmaktaydı.

Bütün bunları yapabilmek için taşımada katırdan daha dayanıklı hayvanlara ihtiyaç vardı. Savaş Bakanı Jefferson Davis, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde kullanılan develerin bütün bu işler için en uygun hayvan olduğunu düşündü. Amerika’da várolmayan develeri ithal edebilmek için Kongre’den ödenek aldı ve sonraların çok meşhur bir amirali olacak olan o zamanın teğmeni David Dixon Parker’in kumandasındaki "Supply" isimli gemiyi, 1855’in 4 Haziran’ında develeri temin etmesi için Avrupa ve Ortadoğu taraflarına gönderdi. Deve programını yürütecek olan Binbaşı Henry Wayne da gemideydi.

Parker ve Wayne, önce İngiltere’ye uğrayıp Londra’daki hayvanat bahçesindeki develeri incelediler. İngiliz meslekdaşlarından, develerin orduda kullanılmasının faydalı sonuçlar vereceği tavsiyesini alınca bu defa Türkiye’ye dümen kırıp Ekim’de İstanbul’a vardılar.

ÖNCELİK İNGİLİZLER’DE

Osmanlı Devleti ile Avrupalı müttefikleri o günlerde Kırım’da Rusya’ya karşı savaşmakta ve İngiliz birlikleri savaşta Hindistan’dan getirdikleri develeri de kullanmaktaydı. Gemilerini İstanbul’da bırakan Amerikalı subaylar Kırım’a, çarpışmaların devam ettiği Balaklava tarafına gidip savaş alanındaki bu develeri incelediler ve işe yaradıklarını gözleriyle gördükten sonra İstanbul’a döndüler.

Sırada artık develerin temini vardı. İstanbul’daki Amerikan Büyükelçiliği, Türk Dışişleri’ne müracaat etti ve hem deve alımına izin verilmesi, hem de padişahın kendilerine iki çift deve hediye etmesi ricasında bulundu.

Tahtta o yıllarda Sultan Abdülmecid oturmaktaydı. Zamanın sadrazamı Fuad Paşa hükümdarı bir yazıyla konudan haberdar etti ve talebin yerine getirilmesinin "padişáhın şánından olduğunu" söyledi. İsteği kabul eden Abdülmecid, 12 Ekim günü Amerikalılar’a en iyi cinsten iki deve hediye edilmesini buyurdu. Abdülmecid, hediyenin bedelini bizzat kendisi ödeyecekti.

Amerikalılar için mesele halledilmiş gibiydi ama sırada başka bir zorluk vardı: Develeri gemiye bindirebilmek... Bu iş için "deve arabası" dedikleri seyyar bir koridor yaptılar. Hayvanları bu vasıtayla güç-belá gemiye bindirdikten sonra İzmir’e gidip orada başka hayvanlar satın aldılar.

"Supply" isimli gemi, 1856’nın 15 Şubat’ında İzmir’den dönüş yolculuğuna çıktı. Mısır’a ve Tunus’a uğrandı, oralardan da develer alındı ve 34 deveyi taşıyan gemi, 14 Mayıs’ta Teksas’ın İndianola limanına ulaştı.

David Dixon Parker ile Henry Wayne’ın Amerika’ya götürdükleri develerin sayısı zamanla arttı. Hattá, orduda bir "deve birliği" bile kuruldu ama teknolojinin ilerlemesiyle develere artık ihtiyaç kalmadığı görülünce tabur láğvedildi.

Türkiye’den Amerika’ya götürülen develer sayesinde, Arizona’da bir efsane doğdu: "Hi Jolly" efsanesi...

Parker ile Wayne aldıkları emri yerine getirmiş ve develeri temin etmişlerdi ama devecilik hakkında hiçbir bilgileri yoktu ve dolayısıyla beraberlerinde işin uzmanlarını götürmeleri de gerekiyordu. İzmir’de, deve bakıcısı olduklarını söyleyen Osmanlı vatandaşı beş gayrımüslim ile de anlaştılar. "Supply" gemisi yola bu beş kişiyi de alarak çıktı.

Devecilerin Amerika’daki hayatları maceralarla dolu geçti. En renkli hayatı ise, asıl ismi Philip Tedro olan ve Müslümanlığı seçip hacca gittikten sonra "Hacı Ali" adını alan İzmirli bir Rum yaşadı.

DEVELERİNİ ÇÖLE SALDI

California’daki birliklerde uzun seneler devecilik yapan Hacı Ali daha sonra ordudan ayrıldı, Gertrudis Serna adında bir hanımla evlenip iş hayatına atıldı ve sahip olduğu birkaç deveyle taşımacılık yapmaya başladı. Amerika’nın en meşhur devecisi olmuştu ama işleri iyi gitmiyordu, günün birinde develerini Arizona çölüne saldı ve Quartzsite kasabasına yerleşti.

Amerikalılar’ın "Hi Jolly" (teláffuzu: Haycoli) dedikleri Hacı Ali 1902’de öldüğünde artık efsane haline gelmişti. 1935’te Quartzsite’daki mezarına bölgenin taşlarından bir piramit inşa edildi piramidin tepesine de heykeli andıran bakırdan yapılmış irice bir deve figürü kondu.

İzmirli Hacı Ali’nin bugün ziyaret mekánı olan mezarının kitabesinde "Hi Jolly’nin son kampı burasıdır" yazılı.

Görevden alınan Şükrü Bey işine dönebilmek için bu duayı okumak zorunda

ATATÜRK Havalimanı’ndaki deve skandalından sonra, hadisenin sorumlusu olan Uçak Bakım Başkanı Şükrü Can görevden alındı.

Şükrü Bey’in azli ve málum deve meselesi, bana 17. asır Osmanlı tarihçisi İbrahim Peçevi’nin 1604’te İranlılar ile yaptığımız bir savaşı anlatırken, İslam tasavvufunun en önemli isimlerinden kabul edilen ve Sultan Üçüncü Murad’ın da bağlı olduğu Abdülkadir-i Geyláni hakkında yazdığı bir bahsi hatırlattı:

Ebu’l-Maali Abdürrahim adındaki bir şeker tüccarı, deve kervanıyla çölde giderken bir gece develerinden dördünü kaybeder. Abdülkadir’i bizzat tanıyan Ebu’l-Maali Abdürrahim, Şeyh’in "Eğer bir zorlukla karşılaşırsan bana seslen, o zorluk defolur gider" demiş olduğunu hatırlar ve "Yá Şeyh Abdülkadir, develerim gitti yá Şeyh!" diye haykırır. Şafak sökerken Abdülkadir-i Geyláni’yi bir tepenin üzerinde kendisini çağırırken görür, tepeye çıkar, Şeyh kaybolmuştur ama develeri oradadır.

Tarihçi İbrahim Peçevi, daha sonra Abdülkadir-i Geyláni’den nakledilen başka ifadeleri de yazıyor:

"Sıkıntı içerisinde olanlar benden yardım isterlerse, sıkıntıyı onlardan önce keşfederim. Beni hatırladıktan sonra Allah’a yakaranların işleri hallolur. Eğer bir kimse iki rekát namaz kılar ve rekátlardan sonra Hazreti Peygamber’e salávat getirip onu anarak Irak’a doğru on bir adım yürüyerek benim adımı söyler ve isteklerini dile getirirse muradına mutlaka erer"

Bütün bunları Şükrü Bey için sevabına yazıyorum, yapıp yapmamak da artık ona kalıyor.
Yazarın Tüm Yazıları