Aman dikkat: Opera kulisleri bize hiç de hayır getirmemiştir

İtalyan ve Alman başbakanları, Milano’daki La Scala Operası’nda sahneye konan "Aida"yı beraberce izlerken Türkiye’nin limanlarla ilgili yeni açılım kararını değerlendirdiler.

Operadaki bu buluşma, bana bundan 153 sene önce, bir başka memlekette, yine bir operada bizi konu alan bir başka görüşmeyi, Rus Çarı Birinci Nikola ile İngiltere’nin Rusya Büyükelçisi Sir Hamilton Seymour’un 1853’ün 9 Ocak’ındaki konuşmalarını hatırlattı. Çar ile büyükelçi Türkiye’nin paylaşılması konusunu ilk defa o görüşmede ele almışlar ve bugün de kullanılmakta olan "Avrupa’nın hasta adamı" sözü, ilk defa o gün söylenmişti. İtalyan ve Alman liderlerin Milano’daki La Scala Operası’nda bundan iki gün önce yaptıkları görüşmeye bakıp "Opera kulisleri bizim için hiç de hayırlı olmamıştır" demekte haksız mıyım?

DÜNKÜ Hürriyet’in birinci sayfasında, Reha Erus’un "Operada liman diplomasisi" başlıklı ve bana son derece ilginç gelen bir haberi vardı: İtalyan ve Alman başbakanları, İtalya’nın Milano şehrindeki La Scala Operası’nda sahneye konan "Aida"yı beraberce izlemiş ve Türkiye’nin limanlarla ilgili yeni açılım kararını değerlendirmişlerdi. Liderler kararları "samimi" bulduklarını ve gelişmeleri yakından takip edeceklerini söylemişlerdi.

İtalyan ve Alman başbakanların Türkiye açısından şimdilik iyi ve hayırlı gibi görünen bu değerlendirmeleri bana bundan 153 sene önce, bir başka memlekette, yine bir opera oynandığı sırada bizimle ilgili olarak yapılan bir başka diğer ve hakkımızda alınan ama pek de hayırlı olmayan kararları hatırlattı: Rus Çarı Birinci Nikola ile İngiltere’nin Rusya Büyükelçisi Sir Hamilton Seymour’un 1853’ün 9 Ocak’ında, bir Rus prensesin sarayında oynanan operayı izledikleri sırada Türkiye’nin geleceğini ele alıp topraklarımızın paylaşılması konusunu gündeme getirmelerini...

Rus Çarı ile İngiliz Büyükelçisi’nin, Petersburg’daki sarayda oynanan operanın sahne arasında yaptıkları görüşmenin bizim açımızdan unutulmaz bir başka tarafı daha vardı: Bugün de kullanılmakta olan "Avrupa’nın hasta adamı" sözü, ilk defa bu görüşmede sarfedilmişti.

PAYLAŞMA PLANI

İşte, Türkiye’yi konu alan bundan 153 sene önceki ilk "opera görüşmesi"nin öyküsü:

Türkiye, 1850’lerde her bakımdan berbattı. Ekonomi çökmüş, herşey kilitlenmişti ama bu vaziyetine rağmen "Avrupalı olmak" istemekte, Avrupa ise bizi nasıl paylaşacağının hesabını yapmaktaydı.

Rus Çarı Birinci Nikola, 1853’ün 9 Ocak gecesi, Romanof hanedanından bir prensesin sarayında verilen baloya katılmış ve sahnelenen operayı seyretmeye gelmişti. Davetliler arasında yabancı diplomatlar da vardı. Çar, perde arasında İngiliz elçisi Sir Hamilton Seymour ile sohbet ederken, söze "...Kollarımızın arasında hasta bir adam var" diye başladı. "Çok hasta... Size açıkça söylemeliyim ki, onu lázım olan bütün tedbirleri almadan önce günün birinde kaybetmemiz, büyük bir feláket olacaktır."

Sonra "Türkiye ansızın ölebilir. Bu takdirde, herşey üzerimize kalacaktır. Ölüleri diriltemeyiz. Türkiye öldüğü takdirde, bir daha dirilmemek üzere ölecektir" dedi ve Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşması planını anlattı.

İngiliz elçisi Sir George Hamilton Seymour, görüşmenin hemen ertesi günü Londra’ya gönderdiği raporda "hasta adam" sözüne de yer verecek ve bu ifade, diplomasi tarihinin en sık kullanılan kavramlarından biri haline gelecekti. Ama bu söz sadece bir kavram olarak kalmayacak, imparatorluk Türkiyesi’nin kaderini de belirleyecek ve devletin parçalanması için yarım asırdan biraz fazla bir zaman káfi gelecekti.

İşte, o tarihten sonra yaşadığımız dertlerden bazıları:

Türkiye Avrupalı olmaya çalışıyor, Avrupa ise 1839’da ilán edilmiş olan Tanzimat Fermanı’ndaki vaadleri az buluyor, daha fazlasını istiyordu.

MÜTTEFİK KAZIĞI

1854’te Avrupa devletleriyle müttefik olup Rusya’ya harp ilán ettik ve "Kırım Savaşı" başladı. Çar, 1855 Eylül’ünde ateşkes istedi. Artık Avrupalı olacağımızdan emindik ama müttefiklerimiz "önce reform" dediler. İşkencenin yasaklanmasını, cezaevlerinin ıslah edilmesini, halka din hürriyeti verilmesini ve vergi reformu yapılmasını istiyorlardı. 1856’nın 18 Şubat’ında "Islahat Hatt-ı Humayunu"nu yayınlayıp daha da çağdaşlaştık, Avrupa da buna karşılık 1856’nın 30 Mart’ında bizim "Avrupalı" olduğumuzu ilán etti ve "Avrupa Devletleri Konseyi"ne alındık. Ama Avrupalı Türkiye’nin ömrü kısa sürdü. Rusya, daha önceden imzaladığı anlaşmaları tanımayacağını duyurdu; derken "93 Harbi" denilen 1876’daki Türk-Rus savaşı çıktı, "hasta adam" komaya girdi, bunu Balkan ve Birinci Dünya Savaşları takip edince de vefat edip gitti.

Milano’daki La Scala Operası’nda bundan iki gün önce biraraya gelip Türkiye’yi konuşan İtalyan ve Alman liderler, hakkımızda Çar Birinci Nikola gibi temennilerde bulunmadılar ama daha önceleri yine balolu bir operada yapılan Türkiye görüşmesini hatırlatmadan edemedim.

Şimdi ’Limanlarınızı açın’ diyen Avrupa, eskiden birşey söylemez, gelip işgal ederdi

BİRKAÇ günden buyana limanlarımızı Kıbrıs Rum bandıralı gemilere açma kararımıza gelen tepkileri tartışıyoruz.

Limanlarla ilgili gelişmeler, özellikle de Avrupa’nın "Bu limanlar açılmazsa aramıza giremezsiniz haaa!" yolundaki tehditleri, bana liman meseleleriyle ilgili olarak çok daha önceleri yaşadığımız problemleri düşündürdü. Ama geçmişin ve bugünün Avrupası arasında farklar vardı, zira o zamanların Avrupası istediği yapılmayınca limanlarımızı bir güzel işgal ediverirdi.

İşte, 1901 ve 1906 yıllarında, İkinci Abdülhamid’in iktidarı sırasında yaşadığımız liman işgalleri:

5 Kasım 1901: Osmanlı hükümeti, Lorando ve Tubini isimli iki Fransız bankerden 750 bin altın borç almış ama parası olmadığı için, vadesi geçtiği halde borcunu bir türlü ödememişti. İstanbul’a nota üstüne nota gönderen Fransa, vatandaşlarının alacağını tahsil edemeyince o tarihte bizim olan Midilli Adası’na savaş gemilerini gönderdi. Fransız deniz birlikleri adadaki gümrük binasını işgal edip bütün gelirlere el koydular. İşgal, İkinci Abdülhamid’in başka yerlerden borçlanıp Fransa’nın alacağını ödemesiyle sona erdirilebildi.

26 Kasım 1906: Makedonya’da isyan vardı ve Babıáli isyanın sebep olduğu mali kriz yüzünden borçlarını ödeyemez hále gelmişti. Alacaklı olan Avrupa devletleri donanmalarını yollayıp Midilli ve Limni adalarındaki posta ve gümrük dairelerini işgal ettiler. İşgale katılmayan tek ülke, Almanya idi. Avrupa donanması, adalardan Abdülhamid’in Babıáli’nin borçlarıyla ilgili mali reform programını açıklaması üzerine çekildi.

Tarihçilerin kutbu Halil Bey edebiyat tarihine de kutup olacak yepyeni bir eser verdi

ÇOĞUMUZ pek bilmeyiz ama, Türk tarihçiliğinin yaşayan en büyük üstadı olan Prof. Dr. Halil İnalcık, tarihin yanısıra klasik edebiyatımızın da çok büyük üstadıdır.

Halil Bey’in bundan iki sene önce yayınladığı "Şair ve Patron" isimli eseri, edebiyat tarihimizde bir ilkti. Bu çok önemli eserinde edebiyatımızı bugüne kadar ele alınmamış bir açıdan, şairle o şairi destekleyen hükümdarın ve diğer devlet büyüklerinin ilişkileri bakımından inceliyordu ve bu yepyeni bir metod idi. "Şair ve Patron", günümüz Türkiyesi’nde artık bambaşka ve kolay bir yola giren, kural koyan eserler vermek yerine sadece ucuz metin neşrini temel alan edebiyat tarihçileri için ulaşılmaz bir eserdi.

MECLİSLER KİTABI

Tarihin büyük üstadı, geçtiğimiz günlerde edebiyat alanında çok önemli bir başka eser daha verdi: Kültür Bakanlığı’nın yayınladığı "Türk Edebiyatı Tarihi" isimli kitaba yazdığı uzun makalede saraylardaki eski işret meclislerinin, yani hükümdarın huzurunda yapılan içkili, şiirli ve musikili toplantıların klasik edebiyatımıza etkisini gözler önüne serdi. Halil Bey, şimdiye kadar yine üzerinde durulmamış olan bu bahsi incelerken çok önemli bir başka hususa daha temas ediyor ve Germiyan Edebiyatı’nın klasik edebiyatımızın oluşmasındaki etkinin altını itina ile çiziyordu.

Üstad Halil Bey’in teknik bir konu olan işret meclisleri hakkında yazdıklarının ayrıntısına girmiyor ama bu son makalesiyle de klasik edebiyatımıza klasik bir eser kazandırmış olduğunu söylemekle yetiniyorum.

Bundan bir müddet önce, Halil Bey’den bahsettiğim bir başka yazıda onun bir dörtlüğünü nakletmiştim ama her ne olduysa olmuş, dörtlüğün bir kelimesi yazıda çıkmamış, dolayısıyla hem máná, hem de vezin gitmişti.

İşte hem bu vesileyle, hem de tarihçilerin kutbu Prof. Dr. Halil İnalcık’ın şairlikteki gücünü ifade etmesi maksadıyla, dörtlüğü tekrar yazıyorum:

"Dehr-i fániden nice cán nice cánánlar geçer / Bezm-i işretten aceb mestáne yáranlar geçer / Bir nefesdir cánımız yár leblerinde ber-karár / Hey, bu fánus-ı safá bir gün söner cánlar geçer"

Ve, hem tarihin, hem de edebiyatın büyük üstádı Halil Bey için aynı vezinle bir temennim:

"Sönmesin hiç fánusun sen bıkmadan yaz, durma yaz/ Tárihi öğrettin artık nazmı anlat, şi’ri yaz!"
Yazarın Tüm Yazıları