Algı tüneline yolculuk

Hafta sonunu seviyorum mu, sevmiyorum mu bilemiyorum. Bazen boş olma zorunluluğu bana yaramıyor, bunu çok iyi keşfetmiş durumdayım.

Daha gözümü açmadan başlıyor, boş sıkıntı. Bugün ne yapılacak? Halbuki hiçbir şey yapma, öyle takıl hayatın ucuna çengelli iğne misali değil mi? Olmaaaz! Ben dert yaratmada kendi dünyama bulunmaz bir ustayım, bu da kabul.

Herkesin aynı çaba içersinde, ‘Yaşasın hadi mutlaka bir şeyler yapalım’ belirtisine sürüden kaçış dürtüsü ile baş kaldırma belki de. Bilemiyorum. Böyle çekilmez olduğum hafta sonu anlarında, etrafımdakiler çil yavrusu gibi benim bu dumanı hallerimden kaçarken, sığındığım tek şey yine kendi algı limanlarım oluyor.

İşte içime düşen bir algı, ‘Galata Mevlevihanesine gidelim bugün’ diyorum birden ortalığa.

* * *

Bir küçük noktaya değinmek istiyorum. Algı tünelinle uzanmanın belli kuralları var. İç sesi dikkate almak başta geliyor. Algılar, genellikle iç sesle ve bazen de bizim tesadüf dediğimiz ama aslında planlı detayların çat diye önümüze düşmeleri ile gerçekleşir. Paranoya ile algı arasındaki hayli hassas dengeyi de sağlam tutmak gerek. Yoksa her önüne geleni algı sanıp, aklı ziyanlara dönüşmek değil dileğimiz.

Galata Mevlevihanesi’ndeyiz. Daha kapısından içeriye adım attığınızda sizi huzura çeken garip bir sihri var buranın. Ses yok ama çok şey anlatıyor. Sizi onlarca kedi karşılıyor kapıda. Daha ilk nefestesiniz ve kedilerin bakışları ile içeriye alınıyorsunuz sanki. Her yerdeler, yolculuğu bitmişlerin üzerlerinde bugünü yaşıyorlar. Umursamaz gibi yalanıp, kıvrılsalar da bu kediler bizden başka şeyler görüyor ve biliyorlar gibi bilmiş bakıyorlar etrafa. Gişeye yöneliyorum.

* * *

Broşür sormak niyetim. Tarihini daha bir net okumak istedim sevdiğim yerin. Yok cevabını alırken, bir ses duydum solumdan. Yumuşacık, ılık bir ses. İçerden İngilizce broşürlerden bir tanesini benim için memurdan rica eden ses, sonra dönüp ‘Hoşgeldiniz’ dedi elimi sıkarak. Uzun saçları vardı, benimki gibi karakıvırcık. Adı Ebru Bilun Akyıldız. Mevlevihanenin yan bahçesinin içindeki binada bir fotoğraf sergisi var. Üçüncü cümlemizde birbirimizi sevdik. Binadan içeriye girmeden eski mezarların arasından birbirimize baktık ve bana ‘Mevlana bir gün beni çağırdı ve yolculuğum başladı’ dedi. ‘Benim de’ dedim. Gülümsedik, kediler de gülümsedi.

Ebru’nun kendi fotoğraf atölyesi var. Tekniği ve sergideki eserleri beni çok etkiledi. Fotogram tekniği kullanarak böylesine derinlere inmek ve bunu anlatabilmek, onun da çok başarılı bir algı tüneli müdavimi olduğunu kanıtlıyor bence. Bitki dokuları fotogramlarına bakınca dünyayı, kocaman evreni, içimizi, dışımızı her şeyi yeniden keşfetmiş gibi oluyorsunuz. Cem ve ben, onun ılık ve anlamlar dolu sesi ile sergiyi gezmek şansına sahip olduk. Her bir eserini bize öylesine sahici aktardı ki, Ebru’yu ve varlığını çok sevdik.

Bir soğanın içine bakıp, evreni keşfetmek herkese nasip olacak bir şans değildi, biz Ebru sayesinde bunu paylaştık. Bir yaprak işte deyip geçtiğimiz bir dokuda nelerin gizli olduğunun yolculuğunu tatmak isterseniz ‘OLAN’ / ‘BİR’ sergisine mutlaka uğrayın derim. Her şeyin ‘BİR’ olduğunu keşfedeceğiniz bu sergide kapayın dünyanın akışına kulakları, girin Mevlevihanenin sihri bulunmaz mekanından içeriye ve kendinizi Ebru’nun ‘OLAN’ına bırakın.



* * *

Ayrılırken, gözlerinin dolduğunu gördüm. Birbirimize bakıp tesadüf yoktur dedik. Sen beni bugün çağırdın, ben de geldim işte dedim. Bilen bakışı, güzel yüreği ve ürettikleri ile o sahici bir insandı. Bahçede yürürken ağlıyordum. Cem neden diye sorduğunda gerçek bir insan buldum. Üstelik onu da bana getiren Mevlana’ydı. Mutluluktan dedim. Sarılarak yürürken, kediler yine gülümsüyordu.

Not: Algı tüneli sıradan, boş bir günü işte böylesine bir masala çevirir. Bakmasını, duymasını, kalbine yazmasını bilenlere şiddetle tavsiye edilir.



Mutlu kalın...
Yazarın Tüm Yazıları