Akşama mahalleden arkadaşlarla buluşuyoruz

Çiçek Pasajı’nın İstiklal Caddesi üzerindeki kapısından girip, "Buyurun!.." diyen garsonların çağrılarına telaşlı yürüyüş düzenine geçerek karşılık verdim.

Hedef dükkan zaten yıllardır belli: Kimene. Veya sevdiğimiz orijinal adıyla "Biz Bize Diz Dize Kime Ne?.."

Çocukluk arkadaşlarımla, mahalle arkadaşlarımla buluşuyoruz.

Prof, Franki, Yeto, Zikva, Disdis ve ben.

İsimlerin tuhaflığı dikkatinizi çekmiş olabilir.

Küçükken böyleydik. Hemen hepimizin bir lakabı vardı. Benim adım yeterince tuhaf olduğundan gerek görmemiştik.

Bu lakapların hepsinin de bir hikayesi var elbette, fakat fazla folklorik kalır, anlatmanın lüzumu yok sanırım.

*

Bağlarımız geçen yıllar içinde esnedi fakat kopmadı.

Zaman içinde başka insanlarla dostluklar kurduk, fakat o mahalle arkadaşlığının kıvamını tutturmak hiçbir zaman mümkün olmadı.

Nasıl olsun ki?

Mahalle arkadaşlığının geçtiği sınavlara bakın, manzarayı çakarsınız.

İlk köpek tarafından kovalanma (Amma korkmuşum ha, aklıma ilk bu geldi!), ilk sarhoşluk, ilk kavga, ilk aşk, ilk ailesiz tatil, ilk rezillik, ilk şampiyonluk...

Bunların hepsini beraber yaşamışız. Ve tabii daha fazlasını.

Aynı mahalleden, benzer ailelerden, aynı eğitim sisteminden çıkıp hayatın farklı sokaklarına dağıldık.

Hayat bu arada hepimize farklı roller verdi ve biz de ciddi ciddi rollerimize hazırlanıp farklı adamlar olduk.

*

Fakat kapı açılıp da Prof içeri "Öğüjjjjjj yavrularım!" diye girince, Franki bana dönüp "N’aber Deli Beyhan’ın manitası?" deyince zamanın içinde bir yerlerde donup kaldığımızı fark edip mutlu oldum.

Merak edenler için söyleyeyim, "Öğüjjjjj!" 1984 model sevimli bir yılışma efektidir.

Deli Beyhan ise, 1980’lerde Nişantaşı civarında takılmış olanların hatırlayacağı bir garipti.

Sokakta yaşardı.

*

Hayatı basketbol, müzik, kızlardan ibaret gören; cumartesi sabahları Konak veya As Sineması’na gidip kız kesen, Kral ve Ben’e veya Bab’a takılmayı seven yeni yetmelerdik.

Teşvikiye Saray en çok gittiğimiz yerdi. O yaşta bütçeler belli olduğundan (Sanki şimdi limitsiz kredi kartıyla yaşıyoruz!) dört kişi gidip bir kazandibi söylerdik.

Bu durum bize acımanıza yol açmış olabilir.

Fakat asıl acınacak kişi Saray’ın garsonlarıydı.

Çünkü yarım saat sonra aynı dört kişinin gelip bir kola söyleyeceğini, diğerlerinin tuvalete gidip saçları ıslatacağını biliyordu.

Hatta yarım saat sonra tekrar döneceklerini ve bu kez de kaymaklı ekmek kadayıfı söyleyip, saçlarını yine ıslatacaklarını biliyordu...

Disdis, hálá Teşvikiye Saray’a gittiğinde tedirginlik yaşadığını söyledi garson fırçalayacak diye, hepimiz aynı hissi taşıdığımızı itiraf ettik.

*

Tuhaf bir şekilde hayal perdesinin aralandığı ve bizim de geçmişe ufak bir seyahat yaptığımız hissine kapıldık sonra.

İzzet Çapa’nın Çapa Video’sundan İngiltere’nin meşhur müzik programı "Top of the Pops"un yeni bölümlerini alıp bütün hafta sonu seyrettiğimiz günlere gittik önce.

Sonra o dönemde en bulunmaz şey olan "boş ev" kavramı üstüne konuştuk. Boş ev dediğimiz, annelerin komşuya gitmesi üzerine normalde seyretmemiz mümkün olmayan tarzda filmleri seyretmemize, müziğin sesini açmamıza imkan tanıyan ev oluyor.

Büfedeki viskiden birer fırt alınıp üstüne su eklenir, gelmeyecekleri kesin olsa da "Parti var" havası yaratılıp kızlar çağrılır, sonunda da muhakkak biri cıvıtır. Klasik program buydu.

*

Kimene’de başkalarının duysa bile anlam veremeyeceği şeylere gülen ekip 6 kişiyle sınırlı değildi elbette.

Kıl Mustafa, Necil, Cabbar, Zülal Hakan, Örni, Domi, Taşkafa, Flavio, Diler, Üçgen, Limboz, Gestap, Tekos, Şoppi...

Ekibin tamamını ve diğer tamamlayıcı öğeleri (Vampir lakaplı okul müdürü gibi) toparlamak mümkün olmuyor.

Fakat kimileriyle canlı telefon bağlantısı kuruldu ve fasıl heyeti geldiğinde hep birlikte söylediğimiz "Bu Akşam Bütün Meyhanelerini Dolaştım İstanbul’un" şarkısı dinletildi; kimilerinin elektronik postalarına yollanmak üzere fotoğraflar çekildi.

Gecenin sonunda, eski günlerin coşkusuyla rakıya abanmış fakat mutlu insanlardık.

Mahalle arkadaşlığının krallığının bir kez daha ilan edildiği o gecenin sabahında baş ağrısına karşı mücadele verirken aklıma şöyle bir manzara geldi:

Yeto’yla Diler’i karlı bir günde Dikilitaş’ın taa tepesindeki evine kadar taşımışız.

Daha sonra Ihlamur Kasrı’na kadar tipide yürüyüp bir taksi çevirmişiz, eve döneceğiz.

Fakat paramız bizi Şişli Meydanı’na çıkartmaya bile yetmiyor.

Taksici de aksi türden, halden anlayacak tipi yok; "Paramız yettiği kadar" diyerek binmişiz gözümüz taksimetrede.

Tam taksimetre bizim cebimizi yakalamak üzereyken azgın bir köpek içinde bulunduğumuz taksiyi kovalamaya başlıyor.

"Fazla kovalamaz, bıkar" diyoruz ancak eleman inatçı "Paçadan bi ısırmadan bırakmam abi, hov hov hov!" diye yanımızda.

Taksimetre, küsuratı zorlarken iniyoruz arabadan.

Köpek az uzakta bize bakmakta.

Kovalarsa karda yaşayacağımız dramı düşünüyoruz, fakat bunun çok komik bir yanının olduğunun da farkındayız.

Hafifçe dönüp, Şişli Camii’ne doğru karın altında "Seni Lisa... Seni Lisa... Seni Lisa Bonet gibi düşünüyoruuuum" diye kendi uydurduğumuz şarkı eşliğinde yürümeye başlıyoruz.

Köpek Abi bizi kovalamıyor.

20 yıl olmuş, peeeeeee!
Yazarın Tüm Yazıları