Ah o tuhaf şarkılar

BİR Ahmet Kaya şarkısında ‘Biz üç kişiydik, Bedirhan, Nazlıcan ve ben’ denir ya, biz de aynı hesap, üç kişiydik.

Ama biz ‘üç intihar çiçeği’ filan değildik ve aramızda ‘saçları fırtınayla taralı’ bir tip olmadığı gibi, hiçbirimiz ‘katran gecelerin heyulası’ sayılmazdık.

Bizim için sadece ‘matraklık peşinde koşan ama sürekli canları sıkılan üç kişi’ denilebilirdi; ancak her tanımlama gibi bu da eksik kalırdı.

Ama ben yine de her şeyi eksik bırakan ‘tanımlama’nın kolaycılığına başvuracağım:

Aynı kafeye takılan, aynı filmlerde sıkılan, aynı yazarlara öfkelenen, aynı kitaplardan hoşlanan üç kafadar deyip geçeceğim.

* * *

Bir akşam evde bir yandan mavra yapıyoruz, bir yandan da hafiften NTV’deki ‘Açık Sayfa’ programına takılıyoruz.

Bunalımın zirvesindeyken aramızdan biri çıkıp, ‘Ya babalar! Neden bu akşamı tuhaf şarkılar partisine çevirmiyoruz? Hadi herkes bu zamana kadar dinlediği en tuhaf şarkıyı mırıldansın’ demesin mi?

‘Nereden çıktı şimdi bu?’ demedik; çünkü öneri sahibinin ‘Açık Sayfa’daki Kanat ile Can’dan etkilendiği açıktı.

Öneri sahibi, ‘İsterseniz ben başlayayım. İki şarkım var, ikisi de büyük usta Ümit Besen’den’ dedi ve bir ara milletimizin İngilizce öğrenmesine epey katkıda bulunmuş ‘eser’i mırıldanmaya başladı:

I lav yu, I lav yu, du yu lav mi, yes I du...’

Biz ‘Tahta Masa, Nikáh Masası’ gibi haklarında epey geyik çevrilmiş şarkılardan birini beklerken, o unutulmuş şarkıyı duymanın heyecanıyla ‘Sahi lan böyle bir şarkı vardı’ dedik.

Öneri sahibi, ‘Bu da bir şey mi? Bakın şöyle bir şarkı daha vardı’ diyerek, bizi eski sefil günlere döndüren o irkiltici şarkıyı mırıldanmaya başladı:

‘Sigarası yaldızlı / geliyor nazlı nazlı / Öyle bir yár sevdim ki / Kadıköylü, Burgazlı / Anası da yesin / Babası da yesin / Yesin anam yesin / Manitası yesin.’

Nakaratların tekrar edilmesine izin vermedik, yeterince irrite olmuştuk.

* * *

Sıra ‘ikinci kafadar’daydı.

Merak içinde beklerken, ‘Benim için’ dedi, ‘Neşet Ertaş’ın pek sevdiğim Acem Kızı türküsüne sonradan eklediği bölüm unutulmazdır’.

‘Nasıl bir şeydi’
filan demeye kalmadan başladı söylemeye:

‘Avrupa kurban olsun kara kaşına / İngiliz, Fransız değmez döşüne / Amerika, Belçika düşsün peşine / Bir de Alman kurban bil Acem kızı...’

Günün anlam ve önemine uygun bu türküyü çok tuttuk.

Biraz hareketli olsa ulusalcı cephe ya da ‘kızıl elma koalisyonu’ için rahatlıkla marş olabilecek bir türkü olduğunda karar kıldık.

* * *

Sıra bana gelmişti.

Her zaman olduğu gibi olaya biraz ‘sosyal içerik’ katma çabasındaydım ve aklıma Selda Bağcan’ın 30 yıl önce söylediği ‘Yaz gazeteci’ şarkısı geldi.

Şarkıyı mırıldanmak yerine Selda Bağcan’ın ‘Türkülerimiz’ CD’sini çıkarıp koydum ve şarkı başladı:

(Lütfen, sözleri, elektro bağlama ve baterinin 70’lere özgü şen ve şakrak buluşmasını hayal ederek okuyun.)

‘Aman gazeteci, gel bizim köye bizim halları da yaz / Şehirde ojeli parmakları yazma / Bir de bizim köyde nasırlanmış elleri de / Yaz gazeteci yaz / Yaz efendi yaz.’

İkinci kıta başlamadan aramızdan biri şu yorumu attırdı: ‘Sanki aradan geçen 30 yıla karşın geçerliliğini koruyor gibi, ne dersiniz?’

Şarkı devam ediyordu: ‘Bankada parası olanları yazma / Onlara aldanıp yolundan azma / Şehirden asfalt geçen yolları yazma / Bir de bizim köyden eşek geçmeyen yolları / Yaz gazeteci yaz / Yaz efendi yaz.’

İşte bir yorum daha: ‘Şarkının hedefindeki yazarlar gözümün önüne geliyor.’

Şarkı devam ediyordu: ‘Şöhretten bunalmış dilleri yazma / Kendi bahçendeki gülleri yazma / Doğuda doktorsuz ölen kulları / Yaz gazeteci yaz / Yaz efendi yaz.’

Ve son yorum geldi: ‘Ulan bu şarkı biraz da seni mi hedef alıyor ne?’

‘Aman beni karıştırmayın’
dedim ve sessizce köşeme çekildim.
Yazarın Tüm Yazıları