Abdülmecid de araba yasağı koymuştu

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Kim demiş geleneklerimizi bir yana bırakıp geçmişten kopuyoruz diye? İşte ‘‘milli’’ alışkanlıklarımızı aynen devam ettirmemizin son örneği, Bülent Ecevit'in Ankara'daki makam otomobili macerası.. Aynı macerayı geçen yüzyılın ortalarında, Sultan Abdülmecid'in sarayında yaşamıştık...

Sekiz yıllık kesintisizi, Susurluk'u, zamları, vesaireyi bir yana bıraktık; beyaz bir kartalla uğraşıyoruz: Arka koltuğundaki Bülent Ecevit'le başbakanlığın kapısına doğru süzülen beyaz bir kartalla...

TV'lerde Ecevit'in makam otomobili macerasını ve başbakanlık binasının önüne parketmiş beyaz kartalı seyredince, gayet mutlu oldum... Zira devletin tepesinde 130 küsur sene önce yaşanmış benzeri bir macerayı hatırladım, böylelikle geçmişle ilişkimizi kopardığımız yolundaki iddiaların tamamının yalan olduğunu farkettim ve geleneklerimizi kaybetmediğimizi görüp sevindim...

İşte, bir buçuk asır önce yaşadığımız bir başka ‘‘araba’’ macerasının kısa öyküsü:

Tanzimat Fermanı'nın ilânından sonra İstanbul'un günlük hayatı değişmiş, zenginler 1850'lerin ortalarına doğru zıvanadan çıkmış, israf histerisine kapılmıştı... Bol para harcanıyor, yalılar, konaklar satın alınıyor, alınanlar pahalı eşyalarla dayayıp döşeniyordu... Derken, israf yarışına saraylılar da katıldı ve masrafın, lüzumsuz harcamanın haddi hesabı kalmadı... Ödenekleri harcamalarına yetmeyen saraylılar, borç almayı adet edindiler... Hesaptan pek anladıkları yoktu... Meselâ borçla 100 bin kuruşluk eşya aldıklarında, satıcıdan 50 bin kuruş da nakit alır 250 bin kuruşluk senet verirlerdi...

Sarayın borçları, üç senede üç milyon kese altına dayandı ve israf öyle bir hale geldi ki, masrafta başkalarından hiç de geri kalmayan zamanın hükümdarı Abdülmecid bile çileden çıktı... Önce, ihtarla başladı işe... Onbinlerce altın borcu olan kızlarına ‘‘Akıllarını başlarına toplasınlar’’ diye haber gönderdi... ‘‘Artık aşırıp taşırdılar. Tekdir etmek şöyle dursun, vallahi dövdürürüm...’’

Ve gün geldi, sarayın borçları maliyeye devredildi ve devleti bilr batıracak gibi oldu... Maaşlar verilemedi, altın fırladı, iflâslar başladı... Hükümet, sarraflardan yüzde 45 faizle borç almak zorunda kaldı ama gene de yetmedi... İleride devletin başına tam bir belâ açacak olan ilk dış borçlanmaya da o sırada gidildi: 28 Haziran 1855'te, İngiltere'yle Fransa'dan, yüzde dört faizle beş milyon İngiliz altını alındı...

Asıl kıyamet, 1858'in 27 Ağustos'unda koptu... Abdülmecid damatlarını karşısına dizdi, yaptıkları masraflar için demediğini bırakmadı ve ‘‘Sultanlar gece mehtablarda gezermiş. Benim gece mehtabda gezer kızım yoktur’’ diye başladı konuşmaya... ‘‘Hepsini reddedeceğim. Damatların hareketleri de artık namusuma dokunur oldu... Bu heriflerin tamamı namussuz... Hain keratalar...’’

Ve, tasarruf için Babıal;'de hemen bir komisyon kurdurdu... İşe saraydaki arabalardan başlandı ve kadınların binmesini engellemek için, ne kadar araba varsa hepsi zincirle birbirine bağlandı... Sonra saltanat kayıklarına binilmesi ve elmaslı sigara ağızlığı kullanılması yasaklandı...

Memleket Abdülmecid'in araba ve kayık yasağını tartışıyor, halk ‘‘Maaşallah, Hünkar ne kadar da celâlliymiş... Herkesi hizaya getirdi’’ diyor, Avrupa gazeteleri ‘‘Türkler araba yasağıyla kriz aşacaklarmış’’ diye yazıyordu...

Bütün bunlardan ne mi çıktı? Hükümdar kemer sıkmaktan birdenbire vazgeçiverdi, çünki saray kadınlarının vıdıvıdısına dayanamaz olmuştu... Sadrazamı çağırdı, ‘‘Boş yere zahmet çekmeyelim... Bizi bu hale getiren arabalarla kayıklar değildir... Sebebi başka yerde arayalım’’ dedi ve arabaların zincirlerini çözdürüverdi...

Sarayda bütün bu olup bitenleri ‘‘Mâ'ruzât’’ında tatlı tatlı hikâye eden tarihçi Cevdet Paşa, sözünü ‘‘Cenab-ı hak bize pek çok seneler fırsat verdi... Ama ne çare ki adam olup istifade edemedik ve bütün bütün fenalığa yüz tuttuk’’ diye bağlar...

‘Buhran’ sözü, araba kavgasından doğdu

Sultan Abdülmecid'in sarayındaki araba va saltanat kayığı kavgalarını anlatan tarihçi Cevdet Paşa, mali kriz sayesinde Türkçe'nin bir kelime kazandığını, ‘‘buhran’’ sözünün o günlerde ‘‘icad edildiğini’’ yazıyor:

‘‘Altın fırlamış, fiyatlar başını alıp gitmişti... Fransızlar'ın ‘‘crise’’ (kriz) dedikleri hadiseyi yaşıyorduk... Paşalarla yalılarda toplanıp ‘‘crise’’e Türkçe bir karşılık bulmaya çalıştık ve ‘‘buhran’’da karar kıldık...’’

Cevdet Paşa, lüks araba yasağı günlerde, devletin ne halde olduğunu da bakın nasıl hikâye ediyor:

‘‘...Paşaların çekişmesi, hazinenin tek kuruş bile borç almasına razı olmayan Sultan Abdülmecid'i hasta düşürdü... Sahip olduğu güzel ahlâkına zaaf geldi ve seccadenin dört ucunu birden salıverdi, usanıp her işi oluruna bıraktı... Bırakınca da memleketin gırtlağına kadar yükselmiş olan borçlar boyu aştı ve gafletin çıkmaz yoluna girildi... Sarayın borçlu olduğu tüccarlar alacaklarını tahsil edemeyip Babıal;'den de ümidi kesince, soluğu İngiliz, Fransız ve Rus sefaretlerinde alıyor, sefirlere dilekçeler verip alacaklarını onların tahsil etmesini istiyorlardı...

Başkumandan Ömer Paşa, Hersek'e doğru yola çıkarken, Abdülmecid'e vedaya gitmişti... Hükümdar, ‘‘Allah selâmet versin...’’ dedi... ‘‘İnşaallah muvaffak olup gelirsin. Fakat beni bulamayacaksın. Yakın vakitte gelsen de bulamazsın. Beni karılarım ile kızlarım bitirdi...’’

TARİHİN ARKA ODASI

Macarlardan 300 sayfalık zurna tarihi

Bir zamanların koskoca mehterini ideolojik bir kavram haline getirip parti kongreleriyle mahalle sünnetlerinin gösteri vasıtasına çevirdik ve mehterle zurnanın tarihini yazmak Macarlar'a düştü...

Çoğumuz bilmeyiz ama, bir-iki sene öncesine kadar ‘‘mehter takımı’’ kurma ve ‘‘mehter müziği'' çaldırma hakkı, sadece askerlere aitti... Temeli taaa Enver Paşa'ya, 1910'lara uzanan bir kanun, genelkurmay dışında hiç kimsenin ve hiçbir kurumun mehter müziği icra etmesine izin vermezdi...

Sonra, kanun sessiz sadasız değiştirildi ve bir zamanların anlı şanlı mehteri, sokağa düştü... Şimdi mahalle sünnetinden parti kongresine, ziyafetten seminere kadar hemen her yerde sadece adı ‘‘mehter’’ olan gruplar ‘‘Ceddin deden, neslin baban’’ diye zurna üfleyip kös vuruyor... Mehterin ‘‘kat’’ denilen çalgı sayısı kurallarına ise kimseler uymuyor; artık repertuvarı bile asker; değil, gönül havalarıyla dolu... Zurnalar ‘‘Tarihi çevir nal sesi kısrak sesi bunlar’’dan birdenbire ‘‘Nasıl geçti habersiz’’e geçiyor, oradan ‘‘Mihrabım’’ diyerek bir yerlere ‘‘yüz vuruyor’’, sonra ‘‘Yine bir gül-nihâl’’le tamamlıyor konseri... Ve en önemlisi, şimdinin piyasaya düşmüş mehteri tarihi bir hatıra değil, sadece bir politika malzemesi artık... Birkaç siyasi partiyle ‘‘Türk-İslam sentezi’’ dedikleri şeyin, daha da garibi ‘‘ümmet’’ ideolojisinin müzik sembolü...

Mehterin bugünkü halini, bana Macaristan'da yeni çıkmış bir kitap hatırlattı: Sudar Balasz'la Csörz Rumen İstvan'ın kitabı, mehteri ve mehterin temel sazı zurnayı konu alan ‘‘Trombita, rezdob, tarogato’’su... Kitapta mehterin tarihini, Avrupa müziğini nasıl etkildiğini yazıyorlar; Türkiye'de bugün ‘‘mehter’’ denilen toplulukların 16. asır kıyafetleri içinde 18. asır çalgılarını çalıp 19-20. yüzyıl parçalarını icra etmelerindeki acayiplikleri anlatıyorlar... Sonra Macaristan'daki elyazmalarında yeralan eski ama hakiki birkaç mehter havasının notasını veriyorlar ve daha da önemlisi zurnanın geçmişini ve geleceğini ele alıyorlar...

Bizde mehter hakkındaki ilk ve son ‘‘ciddi’’ yayın 1964'te yapılmış, Haydar Sanal'ın ‘‘Mehter Musikisi’’ kitabından sonra ortaya hiçbir şey konmamıştı... Konservatuvarların ‘‘ismi var cismi yok’’ müzikoloji bölümleri, Balasz'la Istvan'ın kitabını bulup tercüme ettirmeli ve sonra da utanmalıdır...

Yazarın Tüm Yazıları