Abartılı tepkide Zanalar’ın payı

MERSİN’de Türk bayrağına yönelik çirkin hareketin hemen ardından Diyarbakır’da yapılan değerlendirmelere bakalım:

Leyla Zana, ‘Bayrak, uğrunda can verilen en önemli ortak değerdir’ dedi.

Orhan Doğan, ‘Bayrak, ortak vatanımızın ortak değeridir’ dedi.

DEHAP Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, ‘Türk bayrağı, Kürtlerin de bayrağıdır’ dedi.

Yani hepsi ağız birliği etmişçesine hem olayı ‘provokasyon’ olarak niteledi ve kınadı, hem de Türk bayrağına sahip çıktı.

Ancak bu net açıklamaların öfke rüzgárını dindirmeye yetmediğini, ‘taktiksel’ bulunduğunu ve ‘kocaman bir kuşku’nun gölgesi altında ezilip gittiğini görüyoruz.

Peki neden böyle?

Neden Kürt hareketinin önde gelen isimlerinin yaptıkları ‘yatıştırıcı’ açıklamalar, herhangi bir karşılık bulmadı?

Cevaplanması gereken soru budur.

***

Ben bu sorunun cevabını Diyarbakır’da Nevruz törenlerinde yapılan konuşmalarda buldum.

O konuşmalarda, Leyla Zana’dan Tuncer Bakırhan’a herkes, önce Öcalan’ın adının başına özenle ‘Sayın’ sözcüğünü yerleştiriyor, ardından da ‘Öcalan’ın düşüncelerinin dikkate alınması gerektiğini, barışın ancak bu yolla sağlanabileceğini’ söylüyorlardı.

Bunu yaparken de sık sık ‘dağdaki silahlı gücün varlığını’ hatırlatıyorlardı.

Yani taleplerin odak noktasında, evrensel insan hakları ve demokratik değerler yoktu.

Bunun yerine ‘dağdaki silahlı güç’ ve o gücün kontrolünü hálá elinde tutan İmralı’daki Öcalan vardı.

Leyla Zana’nın Öcalan’ın ablasının elini öpmesi ve protokolde onun yanında oturması ise işin ‘sembolik’ kısmıydı.

***

Bunun açık anlamı şudur:

Leyla Zana ve arkadaşları, sorunların çözümü için yepyeni bir bakış açısı ve yaklaşım tarzı geliştirmek yerine, Öcalan eksenine teslim olmayı tercih etmişlerdir.

Bu nedenle de hem mazlumiyetlerinin bir gücü kalmamıştır, hem de söyledikleri bütün o yaldızlı sözcükler etkisini yitirmiştir.

Gelinen bu noktada ‘barış’ mesajları etkisiz, ‘bölücü değiliz’ çıkışları ikna edici değil, ‘analar ağlamasın’ seslenişleri masumiyetten uzak...

Artık onlar, kurulu düzenin ezberini bozmak yerine kurulu düzenin duyarlılıklarını kaşır hale gelmişlerdir.

Ve yazık olmuştur.

***

Düşünelim:

Leyla Zana ve arkadaşları, dağdakilere dayanmak yerine demokratik değerlere dayanmayı tercih etselerdi ve bir alternatif oluşturabilselerdi, Mersin’de iki çocuğun yaptığı densizlik nedeniyle ortaya bu kadar büyük bir öfke patlaması çıkabilir miydi?

AB değerlerine yekten savaş açamayan AB karşıtları, bulunmaz bir fırsat yakaladıklarını düşünebilirler miydi?

3 Kasım’da ağır darbe yiyen ve bu zamana kadar da hükümete karşı ciddi bir alternatif haline gelemeyen siyasi hareketler, Mersin’deki olayı, varlıklarını hissettirme imkánı olarak değerlendirme fırsatına çevirebilir miydi?

Karşı milliyetçilik bu denli tetiklenir miydi?

Sıcak çatışma dönemlerinde bile örselenemeyen toplumsal barış, bu denli örselenir, okullar, kahveler kuşatılır mıydı?

Bir arada yaşama iradesi, saldırıya uğrar mıydı?

Demokrasi, insan hakları ve barış sözcükleri bu denli etkisini yitirir miydi?

***

Gelinen bu noktada benim durduğum yer şurasıdır:

Hem Zana ve arkadaşlarının cesaretsizliğini sonuna kadar eleştirmek, hem de Mersin’de iki çocuğun yaptığı densizliği fırsat bilerek bu toplumun yüzyıllar boyu geliştirdiği bir arada yaşama kültürü ve iradesine darbe vuranlara karşı çıkmak.
Yazarın Tüm Yazıları