’AB fonu’ dediğimiz kendi paramızdır!

ATATÜRKÇÜ Düşünce Derneği (ADD) Başkanı ve eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur ile yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter’in, Çağdaş Eğitim Vakfı’nın (ÇEV) yönetiminde bulundukları sırada iki ayrı proje için AB fonundan para almaları eleştirilere yol açmış.

ADD yönetimine muhalif bir grup Eruygur ve Serter’i "Protestan misyonerliği yapmakla" suçluyor.

"Sapla samanı karıştırmak" bizde iyi bir muhalefet yöntemi oldu.

AB fonlarından yararlanarak ülke için yararlı bir şeyler yapmak, nasıl bir "misyonerlik" oluyor, anlayabilmek mümkün değil.

Öte yandan Prof. Dr. Serter de kendisini "AB fonlarından yararlanmaya hep karşı olduk" diye savunuyor ki bu da bir başka sorunumuz.

AB fonlarından yararlanmanız için önce dört başı mamur bir proje hazırlamanız gerekiyor.

Sonra da bu projeyi uygularken her aşamada denetime açık ve şeffaf bir kuruluş olmanız.

Bu projeler her konuyla ilgili olabilir: Çevre koruma, tarihi binaların restorasyonu, yaygın eğitim projeleri, endüstriyel ve bilimsel çalışmalar gibi.

Türkiye, AB fonlarından en az yararlanan ülke durumunda.

Her yıl ülke bütçemizden dünyanın parasını AB fonlarına yatırıyoruz, ama yeteri kadar proje geliştiremediğimiz ya da böyle fonlardan yararlanmayı "ajanlık gibi gördüğümüz" için bu fonlardan çok azını kullanabiliyoruz.

Böylece içinde bizim katkılarımız da olan fonlardan başkaları yararlanıyor, biz kendi aramızda kavga ederken onlar kendi ülkeleri için yararlı işler yapıyorlar.

Farkında değiliz ki o fonlardan aldığımız para, bizim kendi paramızdır!

Ölüm, sevinilecek bir şey değil

SADDAM Hüseyin’in idam edilmesinden sonra Irak’ın Şii ve Kürt bölgelerindeki sevinç görüntülerini televizyondan izledim.

Amerika’da da bazı Iraklıların sevinç gösterileri yaptıkları ekrana yansıdı ki bunlar Körfez Savaşı’nın ardından ABD’ye göç etmek zorunda kalanlar olmalı.

Saddam, adil yargılandı mı, adil de yargılansa cezası farklı mı olurdu gibi tartışmalara girmeyeceğim.

Şunu söylemek mümkün: Saddam, kendi siyasi rakipleri için ne düşünüyorduysa ve geçmişte ne yaptıysa, başına o geldi.

Ama buna sevinmek mi gerekir?

Bir başka insanın ölümünden sevinç duyan (o kişi dünyanın en acımasız katili bile olsa) gerçekten bir insan olabilir mi?

Benzeri sevinç gösterilerini 11 Eylül’de uçaklar ikiz kuleleri yıktığında da yine bu coğrafyada izlemiştik.

Hiç tanımadığı, kendisine doğrudan hiçbir zararı olmamış insanların ölümüne sevinmek ancak bir tek şeyle açıklanabilir: "Ölüm" kavramının bu coğrafyada anlamını tamamen yitirmiş olması.

Doğal ve doğal olmayan ölümler bu coğrafyada o kadar çok görülüyor ki kavram içeriğinden, bir insanın bu dünyadan yok olup gitmesi gerçeğinden uzaklaşıyor.

Dün Hürriyet’te Beşiktaşlı basketbolcu Yasemin Horasan’ın, kulübün resmi ürünlerinin tanıtımı için çektirdiği bir fotoğraf yayımlandı.

Yasemin Horasan’ın üstündeki eşofmanda şöyle bir yazı vardı: "Siyah-Beyaz / Ölüm-Yaşam".

Spor gibi en insani bir olaya bile "ölüm-yaşam" ikilemiyle yaklaşılabiliyor olması, eminim benim gibi sizi de tedirgin ediyordur.

Otoyol geçişine ’arife günü cezası’

HER bayram öncesi olduğu gibi iki gündür gazetelerde yayımlanan haberler, evde rahat koltuğumda otururken bile içimin sıkıntılar basmasına yol açtı.

Özellikle Bolu ve İstanbul yakınlarındaki otoyol gişelerinde otomobil kuyruklarının dört-beş kilometreye vardığı haberleri bunlar.

Demek ki en iyi hesapla bir saat civarında geçilebilecek bir yol bu.

Biliyoruz ki her bayramda da köprü ve otoyol geçişleri bedava oluyor.

Yani o kuyruklarda uzun süre beklemek zorunda kalanların kabahati bayramdan önce yola çıkmak!

Kara Yolları’nın arife günü yola çıkanlara karşı bir "düşmanlığı" mı var ki her bayram aynı şey yaşanıyor, ama geçişleri arife günü de bedava yapmak kimsenin aklına gelmiyor?
Yazarın Tüm Yazıları