GeriSeyahat 23 Nisan bahane, yola çıkmak şahane
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
23 Nisan bahane, yola çıkmak şahane

23 Nisan bahane, yola çıkmak şahane

Yola çıkabilmek için bir bahane bulmak gerekir. İşte size geçerli bir bahane: 23 Nisan Bayramı. Önünüzde üç günlük bir hafta sonu tatili var.

Mehmet Yaşin

Yola çıkıp, baharda yeni rotalar keşfetmenin tam sırası. Size yardımcı olabilmek için beş alternatif önereceğim. Bu rotalar, gezginlere hem güzel manzaralar hem de lezzetli yemekler sunuyor. Şimdiden hazırlığa başlayın.

BURSA
Zaman tünelinde gezinti

23 Nisan tatilinizde, zaman tünelinden geçmişe doğru bir gezi yapmak ister misiniz?. İznik Gölü’ne tepeden bakan bir zamanların Ermeni köyleri, Uludağ’ın eteklerine gizlenmiş Osmanlı köyleri. Renkli evler, daracık sokaklar, baharla çıldırmış bir doğa. Size önereceğim, tam bahara uygun bir rota. Ormanların, çiçeklerin arasından geçip giden, kuş sesleriyle süslenmiş, bahar dallarıyla renklenmiş adresler arasında dolaşıp duracaksınız. Tıpkı geçen hafta benim yaptığım gibi.
Yolumun birinci etabında iki köy vardı. Aslında bu köylerden haberim yoktu da aklıma yöreyi iyi bilen bir arkadaşım sokmuştu. Bu köylere gidişi şöyle tarif edebilirim: Eğer benim gibi İstanbul yönünden geliyorsanız, önce Yalova’dan Bursa’ya doğru döneceksiniz. Tam orta yerdeki Orhangazi’yi bir kaç kilometre geçince, sol kolda İznik-Adapazarı levhasını göreceksiniz. İşte anayoldan ayrılma noktası burası. İznik Gölü’ne doğru giden bu yolun üstünde, önce Yeni Gürle’nin işareti karşınıza çıkacak.
Etekleri zeytin ağaçlarıyla kaplı, yeşil bir tepenin başlangıcındaki köyün meydanında park ettim. Bütün köylerde olduğu gibi, kahvenin önündeki iskemlelerde oturmuş, ağır bir sohbete dalmış köy sakinlerini selamlayıp ara sokaklara daldım. Bir zamanlar bin kadar Ermeni’nin yaşadığı köyde, yıkık kilisenin dışında onları hatırlatacak hiçbir şeye rastlayamadım. Onlar, Ağustos 1915’te köylerini terk etmişler, boşalan evlere de Selanik, Kozana, Karaferye ve Vodina’dan getirilen göçmenler yerleştirilmişti. Yine mübadele sırasında, Balkanlar’dan gelen bir grup Çingene de burayı mekân tutmuştu.
Sadece iki duvarı kalan Surp Kevork Kilisesi’nin avlusundaki gecekondularda yaşayanlar, sanırım bu Çingenelerin torunlarıydı. İçine gecekondu yapılan kiliseyi görünce, aklıma Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki diğer kiliseler geldi. Görüntüler, insanlarımızın başka dinlerin mabetlerine karşı ne kadar hoşgörüsüz ve tahripkâr olduklarının birer kanıtıydı.
Daracık sokaklardaki eski evleri fotoğraflarken, tüm evlerin duvarına bir kaç tahta merdivenin dayanmış olması dikkatimi çekti. Rastladığım köylülerden birine, bu merdivenlerin ne işe yaradığını sordum; “Zeytin toplarken kullanıyoruz” dedi. Yeni Gürle ve diğer köyler, çevredeki yaklaşık 47 bin zeytin ağacından geçimlerini sağlıyordu. Ben köyden ayrılırken erkekler, kahvedeki sohbetlerine devam ediyordu. Köyün kadınları ise zeytinliklerde kan ter içinde, ağaçlarının dibini çapalıyordu.

FİLM PLATOSU GİBİ

Tekrar anayola çıkıp, İznik yönüne doğru ilerledim. Birkaç kilometre sonra bu kez, Yeni Sölöz tabelasının gösterdiği yola saptım. Tepeye doğru kıvrıla kıvrıla giden bir yoldu. Yeni çiçeklenen erguvan, şeftali ağaçları sırtları eflatuna boyamıştı. Bahar dallarından kopan çiçekler, kar tanecikleri gibi uçuşup duruyordu.
1915 yılına kadar bir Ermeni köyü olan Sölöz, Ermenilerin gitmesinden sonra Yunanistan’dan gelen göçmenlere ev sahipliği yapmıştı... Bir zamanlar alt katlarında ipekböceği tarımı yapılan evler, rengârenk aşıboyaları ile hâlâ eski güzelliğini korumaktaydı. Daracık sokakları, 2-3 katlı cumbalı evleriyle bir film platosunu andıran Yeni Sölöz, gördüğüm güzel köylerden biriydi. Köyü öylesine sevmiştim ki, sırtını dayadığı çiçekli tepelere bakarak burada yerleşme düşleri bile kurdum.

İNEGÖL’ÜN KÖFTESİ

Hedefimde Bursa’nın Cumalıkızık köyü vardı. Yeni Gürle ve Yeni Sölöz köyleri son dakikada güzergâha dahil edilmişti. Bu iki köyü gördükten sonra, yoldan sapmakta ne kadar isabetli bir karar verdiğimi anladım.
Bursa’ya vardığımda, Ankara istikametine sapıp Cumalıkızık’ı aramaya başladım. Tabelaları görmekte zorlanıyordum. Bir süre sonra yoğun bir sisin içine daldım. Çevremde, beyaz bir aydınlıktan başka bir şey görünmüyordu.
Sis perdesinden çıktığımda kaybolduğumu anladım. Cumalıkızık’ı arkalarda bırakmış, İnegöl’e yaklaşmıştım. Bu kayboluştan yararlanmak için İnegöl’e kadar yolumu uzatıp, kendime nefis bir “İnegöl köftesi” ziyafeti çektim. Dönüşte sora sora bulduğum köy yolunun başında gizlenmiş tabelayı görünce, kaybolmamın yeteneksizliğimden kaynaklanmadığını anladım.
Kızık köyleri, Uladağ’ın yamacına sıralanmıştı: Hamamlıkızık, Derekızık, Fidyekızık, Değirmenlikızık ve Cumalıkızık. Bu köyler adlarını, Selçukluların parçalanma döneminde Anadolu’ya göçen Türkmen boyu Kızıklardan alıyordu.
Belgelere göre ilk Osmanlı yerleşimlerinden biri olan Cumalıkızık, çevresini saran kestane ve incir ağaçlarının arasında kaybolmuştu. Köye girer girmez karşıma çıkan çağla yeşili, açık sarı ve çivit mavisi badanalı üç ev, daha başlangıçta beni çarptı. Daha sonra saptığım aralıklar ve daracık sokaklarda kendimi, bir zaman tünelinde ilerlerken buldum. Bu sokaklar Osmanlı’nın ilk dönemlerine sürüklüyordu insanı. Bu birbirine omuz vermiş, rengârenk badanalı, cumbalı kerpiç evler, nasıl olmuştu da müteahhit kıyımından yüzyıllar boyu kendilerini korumayı başarmıştı?
Sessiz sokakları gezerken, gerçeküstü bir dünyada olduğumu sanmıştım.
Koruma altına alınan tarihi köy, görebildiğim kadarıyla “doğal yok olma” sürecine terk edilmişti. Belediye birkaç evi onarmıştı. İşadamlarınca satın alınan birkaç köy evi de restore edilip ilk hallerine kavuşturulmuştu. Diğer şanssız evler, köylülerde para olmadığı için onarılamıyordu. Köyün içindeki birçok ev, yüzyılların yorgunluğu altında çökmeyi bekliyordu. Evinin önünde bir iskemlede güneşlenen yaşlı teyze, bana adını söylemek istemedi. Doğma büyüme Cumalıkızık köyündendi. Fotoğrafçılara poz vermeme konusunda oğullarına söz vermişti, bana da izin vermedi. Evini onartıp onartmayacağını sordum, önce uzun uzun yüzüme baktı. Sonra içini döktü: “Parayı incir, şeftali, kestaneden kazanırız... O para da ancak gırtlağımıza yeter. Kaça çıkar bu evin yenilenmesi biliyon mu?.. Yıkılancaya kadar oturacağız, sonrası Allah kerim..”

ZİRVEDE ÇAY KEYFİ

Veda edip giderken teyze arkamdan bağırıp, Bursa’nın ünlü kestaneşekerinin, bu köyden toplanan kestanelerle yapıldığını, onları yerken kendilerini hatırlamamı söyledi. Köyün bütün sokaklarına girip çıktıktan sonra, meydandaki kahvede bir yorgunluk çayı içtim. Çayı içerken de köyün tümünün onarılması halinde, dünyada eşi bulunmayan bir müze-köy ortaya çıkacağını düşündüm.
Güzel bir hafta sonu olmuştu... Özellikle tarihe düşkün ve fotoğraf avcılığını sevenler için tatmin edici bir güzergâhtı. Günübirlik bir gezinti yorucu olacağı için Bursa’da geceledim. Ertesi gün sabah erkenden, Uludağ’ın zirvelerinde çay içip kentin uyanışını seyrettim. Dönüşte Gemlik’te balık yiyip seralardan çiçekler aldım. İznik Gölü’nün kıyısında duraklayıp tepeli balıkçıl kuşlarının avlanmasını seyrettim.

EDİRNE
Trakya yeşile boyandı

23 Nisan tatili için önereceğim bir başka rota Trakya olacak. Bu mevsimde yeşile boyanır adeta. Ben Trakya yolculuğuna çıkarken öğle yemeğinde Tekirdağ’da olacak şekilde zamanımı ayarlarım. Bu kent köftesiyle ün salmıştır. Kentin girişinden çıkışına kadar birçok köfteci size lezzetli köftelerinden sunmak ister. Hepsinin köftesi lezzetlidir. Ama bana soracak olursanız Hüseyin Pehlivan Caddesi’ndeki “Meşhur Köfteci Özcanlar”ı öneririm. Tam 56 yıldan beri köfte yapan Özcanlar artık bu işin erbabı olmuş.
Eğer Tekirdağ’dan zamansız geçtiyseniz, merak etmeyin rotanızda Keşan var. Bu yörenin satır köftesi insanın damağında unutulmaz tatlar bırakır. Rotamızın sonunda “Çeyiz Kent” Enez yer almaktadır. Yunanistan sınırındaki bu şirin ilçe, Bizans İmparatorluğu sırasında Cenovalı Gatlelusio ailesine çeyiz olarak armağan edildiği için “Çeyiz Kent” adını almıştır. Önce ilçenin dar sokaklarında yürümenizi öneririm. Bahçeleri süsleyen incir, nar, ceviz, iğde ağaçları artık yapraklanmaya başlamıştır. Pencere içlerine dizilen teneke saksılardaki sardunyalar da rengârenk açmıştır. Bu mevsimde kumsalda kimsecikler olmaz. Kıyı dalgalarla oynaşır durur. Meriç Nehri’nin denize döküldüğü yerde balıkçıları kısmetlerini ararken görürsünüz.
Daha sonra Gala Gölü’ne gitmenizi öneririm. Zengin bitki örtüsü, çeşit çeşit balık barındıran bu gölün manzarasının size huzur vereceğinden şüpheniz olmasın. Eğer fotoğraf çekmeye meraklıysanız Gala Gölü ayrıca size güzel pozlar da sunacaktır. Dönüş yolunda eğer isterseniz Saroz Körfezi’ne doğru sapıp deniz kıyısındaki salaş lokantalarda soğuk bir şeyler içerek geziyi sonlandırabilirsiniz.
Eğer Trakya gezinizi uzatmak istiyorsanız, Edirne’ye kadar uzanmanız gerekecek. Çünkü orada sizi birçok tarihi eser, lezzetli köfteler, yaprak ciğer kızartması, acı bademezmesi bekliyor. Ayrıca orada geceleyip, Meriç Nehri’nin kıyısındaki bahar görüntülerini izleyebilirsiniz.

BANDIRMA
Yarımadada bahar sevinci

Bu mevsimde Kapıdağı Yarımadası çiçeklerle bezenir. Salkımsöğütlerin dalları kıyıda denizle oynaşır. Daha mevsim başlamadığı için köyler ve yollar sessizdir. Kıyı kıyı tüm adanın etrafında dolaşmanız mümkündür. Eğer karnınız acıkırsa kıyı köylerinden birinde, denizin üstündeki salaş balıkçı lokantalarından birinde oturup biraz önce ağdan hangi balık çıktıysa onu ısmarlayabilirsiniz. Salatanızın malzemesi ise biraz ilerideki bahçeden toplanıp gelecektir. Yani böylesine taze hazırlanmış yemeği kolay kolay yiyemezsiniz.

BANDIRMA-İZMİR
Edremit’ten Foça’ya

Bu rota da lezzet konusunda oldukça iddialıdır. Örneğin Edremit’teki Cumhuriyet Lokantası’nda pişen yemeklerin tadı insanın damağını çatlatacak cinstendir. Cumhuriyet’le aynı yaştaki lokantada yer bulabilmek için biraz sabırlı olmanız gerekir. Ama bu sabrın sonunda çok lezzetli yemekleri yiyeceğinizi aklınızdan çıkarmayın. Size kadınbudu köfteyi öneririm. Bu yemek insanın aklını başından alıyor adeta.
Edremit’te karnınızı doyurduktan sonra soluğu hemen Cunda Adası’nda alın. Buranın sahiline sıralanmış restoranlar, birbirleriyle meze çeşidi yarıştırır. İnsan hangisini yiyeceğini şaşırır. Hepsi çok lezzetli ve tazedir. Mezelerden sonra balığa yer kalmaz genellikle.
Eğer buraya sabah yolunuz düşerse bir Ayvalık tostu ve Taş Kahve’de bir bardak demli çay içmenizi öneririm. Bu mevsimde sahil de pek kalabalık olmaz. Kahvede dışarıya atılmış masalarda, çevrenize biriken kedileri ve ağ ayıklayan balıkçıları seyrederek içeceğiniz bir bardak çayın, yaşamınıza kalite katacağından emin olabilirsiniz.
Ayvalık’tan sonra rotanın üstünde Bergama vardır. Antik dönemin önemli kentlerinden biri olan Bergama’da görecekleriniz sizi şaşırtacaktır. Örneğin zirvedeki tiyatronun görkemi, geçmişteki uygarlığın gelişmişliğini size kanıtlayacaktır. Asklepion’daki antik dönemin en önemli tedavi merkezine hayran olacağınıza iddiaya girebilirim.
Rotanın son durağında ise Eski Foça var. Deniz kıyısındaki eski taş konakları, şirin dar sokakları, lacivert denizi, pitoresk limanı ile Ege’nin bu şirin ilçesi sizi kendine mutlaka âşık edecektir. Burada limanın çevresindeki tüm restoranlar lezzetli yemekler sunar. Benim favorim ise “Celebin Yeri”dir.

SAKARYA-DÜZCE
BARTIN-ZONGULDAK
Batı Karadeniz’de lezzetin peşinde

Bu rota biraz uzunca. Onun için yemek çeşidi de bol. Bu yolculukta ilk lezzet durağı Adapazarı’ndaki Meşhur Köfteci Mustafa olacak. Sakarya Caddesi’ndeki dükkânda, 1912 yılından beri ıslama köfte pişiriliyor. Biberli, yağlı et suyu ile ıslatılıp ızgarada kızartılan bayat ekmeklerin üstüne sıralanan köftelerin hem görüntüsü hem tadı insanın ağzını sulandırıyor.
Köfte ziyafetinden sonra Adapazarı’nın içinden geçip, Sakarya Nehri’nin Karadeniz’le kucaklaştığı Karasu’ya geleceksiniz. Karasu, hem balıkçı hem de yazlıkçı bir yerleşim yeri. Nehrin kıyısına dizilmiş salaş meyhanelerin bacalarından, etrafa yayılan mis gibi balık kokusu sizi tahrik edebilir.
Yol, Karadeniz’in kıyısından devam ediyor. Sağ tarafta Karadeniz, sol tarafta ise yemyeşil tepeler sıralanıyor. Görüntüye kapılıp gitmemenizi öneririm. Ne de olsa araba kullanıyorsunuz. Akçakoca’ya geldiğinizde köfteleri veya balıkları hazmettiyseniz, Hülyam Restoran’a uğrayabilirsiniz. Yörenin yemeklerini yapan bu restoran, damağına düşkün olanların uğrak yeri. Mancar, bu yörenin en gözde sebzesi.
Akçakoca’dan sonraki adres ise Karadeniz Ereğlisi. Kentin girişindeki Plaj Restoran’ın kabak tatlısı dillere destan. Altı saatten fazla fırında kalan kabaklar, karamel, kestane, ekmekkadayıfı tatlarına bürünüyor, hele üstüne konan bembeyaz manda kaymağı ile tadını zirveye taşıyor.
Bana en iyi Karadeniz pidesinin nerede yapıldığını sorduklarında bir-iki yer öneririm. Bunlardan biri de Erdemir Caddesi’ndeki Meşhur Pideci Hasan Kuru’dur.
Ereğli’den sonra yeşil tepeleri, gürül gürül akan nehirleri seyrederek yola devam edeceksiniz. Bir süre sonra bir tepeden Amasra karşınıza çıkacak. Burası Karadeniz’in cennet mekânlarından biridir. Amasra’nın tavada kızaran mezgitleri ve tekirleri ve sekiz katlı salatası çok ünlüdür. Buraya kadar gelmişken onu yemeden gitmek olmaz. Yörenin en iyi ve en eski lezzet duraklarından olan Çeşmi Cihan ve Canlı Balık, bu lezzetleri tadabileceğiniz adreslerdir.
Amasra’dan sonraki rotanızda Safranbolu var. Safranbolu sokaklarında uzun uzun dolaşıp enerji harcamanızı öneririm. Çünkü gezinin sonunda, Türkiye’nin en lezzetli lokumlarını yiyeceksiniz. Birkaç kutu da eşe dosta alın.
Uğrayacağınız son lezzet durağı ise Bolu’daki Yurdaer Otel Mutfak Sanat Merkezi. Bolulu ünlü aşçı Haşim Usta’nın oğlu Yurdaer Kalaycı, burada babasının ününü sürdürüyor. Mönüsünde Osmanlı Mutfağı’nın en lezzetli örneklerini sunan Yurdaer Bey, mutfakta yarattığı sanat eserlerini sizinle paylaşmaktan çok mutlu olacak.
 

False