1623’teki Hizbu’t-Tahrir’i askerler láğıma dökmüşlerdi

Hizbu’t-Tahrir örgütünün Fatih Camii’nde şeriat ve hiláfet sancakları açması, bana aynı mekánda bundan 382 sene önce yaşanmış benzer bir hadiseyi, hocaların 1623’te şeriat adına giriştikleri ayaklanmayı hatırlattı.

Osmanlı Devleti, o zamanki şeriat ayaklanmasını isyancı hocaların üzerine asker sevkederek birkaç dakikada bastırmış ve çok sayıda isyancının cesedi ya láğımlara, yahut camiin etrafında alelácele kazılan kuyulara atılmıştı. Fatih’te şeriat bayrakları açanlar şeriatla idare edildiği söylenen Osmanlı zamanında böyle susturulurlarken, cumhuriyet polisinin aynı mekánda 382 sene sonra hiláfet yaygarası yapanlara müdahale etmeyişinin sırrını çözmek, artık size düşüyor.

HİZBU’T-Tahrir örgütü geçen hafta Fatih, önceki gün de Ankara’da Başbakan’ın cuma namazına gittiği Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde bayrak açıp şeriat ve hiláfet istedi.

Fatih’te olup bitenler, bana aynı mekánda bundan 382 sene önce yaşanmış benzer bir hadiseyi, hocaların 1623’te şeriat adına giriştikleri bir ayaklanmayı ama isyana kalkışanların láğımlara ve kuyulara atılmalarını hatırlattı.

382 sene öncesinin Hizbu’t-Tahrir’inin öyküsünü yazan ve Osmanlı tarihçiliğinin en seçkin isimlerinden olan Mustafa Naima Efendi, Fatih’teki şeriat ayaklanmasını eserinde bakın nasıl anlatmıştı:

Tahtta aklından zoru olan Birinci Mustafa, ‘sadaret’ yani başbakanlık makamında da Mere Hüseyin Paşa vardı. Herşey, sertliğiyle meşhur Mere Hüseyin Paşa’nın bir kadıya sopa çektirmesiyle başladı.

Dayak yiyen kadı seyyidlerden idi, yani Hazreti Muhammed’in soyundan geliyordu. Kapı kapı dolaştı, sadece başına gelenleri anlatmakla kalmadı, Mere Hüseyin Paşa’nın dinden çıktığını ve ‘káfir olduğunu’ söyledi.

’KANI HELÁL’ DEDİLER

Ulema, zaten aylardan beri huzursuzdu. Dayak yiyen kadı efendinin şikáyetini fırsat bilip homurdanarak Fatih Camii’nde toplandılar, başlarına yüksek bir dini makamdan emekli olan Yahya Efendi geçti ve Mere Hüseyin Paşa’nın dinden çıkıp küfre girdiği ve kanının akıtılmasının helál olduğu yolunda fetvalar yazıldı.

İsyan eden hocalar, daha sonra zamanın Şeyhülislám’ı Zekeriyazáde Yahya Efendi’yi camiye davet ettiler. Yahya Efendi gitmeyi reddedince evi taşa tutuldu ve bir ata bindirilip zorla isyanın merkezine, yani Fatih Camii’ne götürüldü ama bir yolunu bulup kaçtı ve Sadrazam Mere Hüseyin Paşa’nın yanına gitti. Paşa ise kurtuluşu askere sığınmakta buldu, yeniçeri kışlasına yerleşti ve Fatih Camii’nde bekleyen ama sayıları gittikçe artan isyancı hocalara da, isyana son vermelerini istemek üzere elçiler gönderdi.

Hocaların Sadrazam’ın gönderdiği elçileri ‘Bre, vurun!’ diye haykırıp tekme tokat dövmeleri üzerine işler daha da çığrından çıktı. Yeniçerilerin bir kısmı bir ara isyancıların tarafına geçer gibi olunca Mere Hüseyin Paşa kendisine bağlı askerlere müdahaleye hazır olmalarını emretti ve camiye son bir nasihatçi daha gönderdi.

İsyancı hocalar gelen bu elçinin de kafasını-gözünü yarıp camiden dışarı attılar. Sonra, Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin Efendi’nin camide muhafaza edilen sarığını çözüp ‘şeriat bayrağı’ niyetine caminin dışına astılar ve etraftaki tekkelerden toparladıkları diğer bayrakları da sarığın yanına dizdiler.

Hocaların artık söz dinlemez bir hále geldiklerini anlayan Sadrazam Mere Hüseyin Paşa yeniçerilerin camiyi isyancılardan temizlemelerini emretti. Ama genç askerlerin ‘Hoca efendilerimize nasıl el kaldıralım?’ diye tereddüt göstermeleri üzerine ‘Bre yürüyün! Bu herifler artık ulema değil, padişaha isyan eden birer ásidirler ve katledilmeyi de haketmişlerdir. İşte fetva! Yürüyün ve daha fazla iblislik etmelerinin önüne geçin’ diyerek askerleri ikna edip Fatih’e yolladı.

ÇOCUKLAR BİLE ALAY ETTİ

Camiyi çeviren askerler, isyancı hocaları önce nasihatle yola getirmeye çalıştılar. ‘Hakkınızda fetva var, dağılıp evlerinize gitmezseniz vallahi hepinizi telef ederiz’ diye uyardılar ama hocalardan ‘Bize siláh çekeceğiniz yere gelip yanımızda namaza durun’ karşılığı gelince daha fazla beklemediler ve palalarıyla satırlarını çekip ‘Bre, vurun!’ haykırışlarıyla içeriye daldılar.

Fatih Camii’nde o gün kan gövdeyi götürdü ve sadece isyancı hocalar değil, namaza gelmiş olan birçok kişi de öldürüldü. Yeniçeriler ölü sayısının infial yaratmasını önlemek için cesedlerin bir kısmını láğımlara, bir kısmını da caminin etrafında alelácele kazdıkları kuyulara attılar. Askerlerin elinden kurtulan hocalardan bazıları daha sonra idam edildi ve başta ayaklanmanın lideri Yahya Efendi olmak üzere çok sayıda yüksek dereceli hoca da imparatorluğun çeşitli yerlerine sürgüne gönderildi.

Ayaklanma sırasında devletin yanında olan ve isyancılara destek vermeyen halk, isyanın bastırılmasından sonra hocalarla her yerde alay etmeye başladı. Artık sokakta sarıklı bir hoca gördükleri zaman ‘Sancak dibine, sancak dibine’ diye bağırıyorlar, çocuklar gördükleri hemen her sarıklının peşinden koşuyorlardı.

Ama, isyanın bastırılması Sadrazam Mere Hüseyin Paşa için pek de iyi olmadı. Elde ettiği güce dayanarak idarede daha fazla baskı kurmaya çalışınca diğer paşaların tepkisiyle karşılaştı ve Fatih Camii’ndeki ayaklanmadan birkaç ay sonra, 1623’ün 30 Ağustos’unda sadrazamlıktan istifa etmek zorunda kaldı.

Fatih Camii’nde bundan 382 sene önce şeriat bayrağı açılması üzerine yaşananları o dönemin tarihçilerinden Halepli Mustafa Naima Efendi’nin ve diğer tarihçilerin yazdıklarından naklettim.

Şeriatla idare edildiği söylenen Osmanlı Devleti, Fatih’te şeriat bayrakları açanları 1623’te láğımlara ve kuyulara atarken, cumhuriyet polisinin aynı mekánda 382 sene sonra hiláfet yaygarası yapanlara müdahale etmeyişinin sırrını çözmek, artık size düşüyor.

Son Halife’den günümüzün hiláfet meraklılarına çağdaşlık dersleri

BİRİLERİNİN cami avlularında hiláfet konusunu gündeme getirdiklerini görünce, Son Halife Abdülmecid Efendi hakkında birşeyler yazmak istedim.

Sultan Abdüláziz’in oğlu olan Abdülmecid Efendi, İstanbul’da 1868’de doğdu; 1924’te Büyük Millet Meclisi tarafından hiláfet makamına getirildi, hiláfetin 1926 Mart’ında ilga edilmesi üzerine bütün Osmanlılarla beraber sürgüne gönderildi ve 1944’te Paris’te, sürgünde öldü.

Birkaç yabancı dil bilir, resimle ve batı müziğiyle uğraşır, modern Türk resminin ilk ustalarından sayılırdı ve Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin kurucularındandı. Çamlıca’daki köşkü devrin entellektüellerinin uğrak yeri, hatta bir çeşit akademiydi. Besteleri batı formlarındaydı; konçertolar ve oda müziği eserleri yazar, bunları köşkünde kadınlardan oluşturduğu topluluklara çaldırır, Türkiye içinde ve dışında açılan resim sergilerine yağlıboya tablolarını gönderirdi. İstanbul’daki yabancı elçiliklerin raporlarında Abdülmecid Efendi’den bahsedilirken ‘fes giymediği zamanlarda iyi yetişmiş bir Fransız’ı andırıyor’ gibisinden ifadelere rastlanırdı.

Bu sayfada, Son Halife Abdülmecid Efendi’nin iki ayrı resmini ve onun eseri olan ama az bilinen ‘Harem’ tablosunu görüyorsunuz. İlk fotoğraf, Abdülmecid Efendi’nin hiláfete getirilmesinden sonra Dolmabahçe Sarayı’nda çekilmiş. 1928 yılında Güney Fransa’nın Nice şehrinde alınmış olan diğer fotoğrafta da Abdülmecid Efendi’yi kızıyla ve torunlarıyla beraber görüyorsunuz. Halife’nin solunda kızı Dürrüşehvar Sultan; kucağında ve yanında torunları Neslişah, Hanzade ve Neclá Sultanlar var ve hepsi çağdaş giysiler içerisinde. Sonraki senelerde hiláfet makamına geçecek olan bir şehzadenin bu derece gerçekçi tablolar yapmış olması ise, onun dünya görüşüyle sanat anlayışını ifadeye gerek bırakmadan zaten aksettiriyor.

‘Son’ ve ‘gerçek’ Halife’nin fotoğraflarıyla yaptığı tabloyu gördükten sonra, Fatih Camii’nde hiláfet bayrağı açan zevátın yine bu sayfadaki görüntüleriyle bir zahmet karşılaştırıverin. Bu mukayese, aynı zamanda bir imparatorluğun İslám’ı anlayışı ile ‘köy İslam’ı’nın sosyolojik bakımdan da bir karşılaştırması olacaktır.
Yazarın Tüm Yazıları