13 yıl sustuktan sonra, söyleyeceklerimi 600 sayfalık kitaba sığdırmışım çok mu?

Güncelleme Tarihi:

13 yıl sustuktan sonra, söyleyeceklerimi 600 sayfalık kitaba sığdırmışım çok mu
Oluşturulma Tarihi: Aralık 04, 2005 01:43

Elimde tuttuğum kitap, insanın niyetine göre cinayet aleti ya da savunma silahı olarak kullanılabilir: 600 sayfa. Tuğladan daha ağır. Bir kitap, cüssesiyle bu kadar korkutucu olabilir. Ama elinize alıp okumaya başladığınızda, bir o kadar da şaşırtıcı. Çünkü kardeşim, o tuğlayı bir güzel yalayıp yutuyorsunuz. Tıkır tıkır akıyor. Belki de Hasan Cemal’in bugüne kadar yazdığı kitapların en akıcısı. Konu da bir hayli heyecanlı.

Haberin Devamı

Türkiye medyasının bir dönemler en çalkantılı gazetesi Cumhuriyet’teki ‘iç savaş’ dönemi. Bu yakıştırmayı yapan ben değilim, Hasan Cemal’in bizzat kendisi. Gazeteci olmayabilirsiniz ama bu kitabı bir iktidar savaşı olarak algıladığınızda, elinizden bırakamayacaksınız. Okur olarak ekstradan da, o dönem Türkiyesi’nin fotoğrafını görmüş olacaksınız. Şimdi yaşadığımız tartışmaların o zamanlar nasıl şekillenmeye başladığını kaynağından öğreneceksiniz. Az buz değil, bugün iki kutup haline gelen Türkiye’deki cumhuriyetçiler-demokratlar fikir ayrılığının başlangıç noktası. Bu kitapta ayrıntılı olarak da gazeteci milletinin düşünme şeklini, hayata bakışını, nasıl yaşadığını, bir gazetenin nasıl zaman zaman bir tımarhane ya da yatılı okul yatakhanesine benzeyebildiğini, gazetecilerin birbirlerinin gözünü nasıl oyabildiğini hayretle keşfedeceksiniz. Sinematografik bir kitap. Gazetenin patronu Nadir Nadi konuşurken dizine vurduğu bambu sopayla gözünüzde canlanacak, eşi Berin Nadi’nin alaylı kahkahası kulaklarınızda çınlayacak, neredeyse 60 yıldır gazetede çalışan emektar odacı Hasan Efendi yaşanan bütün o iç savaşın sessiz tanığı olacak. Kitabın bir başka tayin edici özelliği ise bir genel yayın müdürünün gazetesini, yaşadığı dönemi, son derece içeriden -kafasının içi kadar içerden- anlatması. Cumhuriyet’in 11 yıl genel yayın yönetmenliğini yapan Hasan Cemal’in deyişiyle, ‘Bu kitabı namuslu yazdım ama kendi açımı anlattım. Okuyacaklarınız benim Cumhuriyet’im, bir başkası farklı anlatabilir.’ Kitabın başrol oyuncuları, anlayacağınız üzere Hasan Cemal ve arkadaşları ile İlhan Selçuk-Uğur Mumcu ve arkadaşları. Ellerinde tuttukları vazoyu (Cumhuriyet Gazetesi) çekiştiriyorlar, çekiştiriyorlar ve sonunda yere düşürüp kırıyorlar. 600 sayfalık kitabı bir giriş yazısında özetleyebilecekhalim yok, bir zahmet okuyacaksınız. Ama şu konuda garanti veriyorum, kolay okuyacaksınız ve küçük dilinizi yutacaksınız...

Siz ne yazdınız: Yaşantı, anı, roman...

- Bu kitap aslında hepsinin karışımı. Bir taraftan bir gazeteyi ve gazeteci milletini anlatıyorum, diğer taraftan da Cumhuriyet Gazetesi’ndeki ‘iç savaş’ı...

Hiç kurgu var mı kitapta?

- Hayıııır. Her şey, birebir salt gerçek. ‘Kimse Kızmasın Kendim Yazdım’ kitabının devamı sayılabilir. Orada kendi kendimle hesaplaşırken müthiş samimiydim, burada da aynı şekilde. Yani ne biliyorsam, ne düşünüyorsam olduğu gibi yazdım.

Kendi menfaatleriniz için, bir başkasının menfaatleri için, ülkenin menfaatleri için bazı şeyleri gizlediğiniz ya da üstünü örttüğünüz oldu mu?

- Katiyen. Tamamen namuslu bir kitap. Tam da bu yüzden eleştirecekler beni: ‘Bu kadar da özel ayrıntıya inilerek yazılmaz ki?’ diyecekler. ‘Bir de bu kadar not tutulur mu? Deli mi bu? Art niyet var bu işte...’

Var mı?

-Kesinlikle yok.

Neyle kıyaslayabiliriz? Sizin yazdığınız kitabın Türkiye’de başka bir örneği var mı?

- Başka bir örneği var diyemiyorum. Çünkü bizde itiraf geleneği yok. İtiraf geleneği farklı bir şey. ‘Kardeşim, ben bir zamanlar böyle böyle düşündüm. Böyle böyle de yaptım. Ama bunlar yanlışmış!’ denmesi başımıza çok sık gelen bir şey değil. Hatta hiç gelmiyor.

Ayıptır sorması bu kitabı yazmak için neden 13 yıl beklediniz?

- Soğuması lazımdı bir şeylerin. Hemen yazamazdım. 1992’de ayrıldım Cumhuriyet’ten. Toplam 18 yıl çalıştım. 11 yıl genel yayın müdürlüğü yaptıktan sonra, vazoyu kırdık. Bir iç savaş yaşandı. Yıllar yılı çok yakın olduğum arkadaşlarım, bana çok ağır laflar ettiler. İftira attılar, hatta yalan yazdılar. Bense 13 yıl boyunca tek bir kelime söylemedim. Buna karşılık, bana edilen küfürler iki klasörü dolduruyor. Bu kitabı yazarken de o iki klasör karşımda duruyordu. O küfürlerden sadece 4 cümle aldım: Hikmet Çetinkaya’dan, Uğur Mumcu’dan, Oktay Akbal’dan ve Ali Sirmen’den birer cümle. Oysa onlar ‘Ahlaksızlığıyla basın tarihine geçecektir’ demiş insanlardır. Diyeceğim, 13 yıllık suskunluktan sonra, söyleyeceklerimi 600 sayfalık kitaba sığdırmışım çok mu?

Ama ‘size göre’ anlattınız değil mi, kendi açınızdan...

- Tabii, tabii. Bu benim Cumhuriyet’im. İlhan Selçuk ya da Ali Sirmen kalkıp kendi Cumhuriyet’lerini yazsa tamamen farklı olur...

E onlar da kendi açılarını yazarlarsa n’olacak, siz bir tane daha mı yazacaksınız!

- Yeter! Benim Cumhuriyet’im bitti, söylenecek her şeyi söyledim. Bir de benim bir huyum var, zorunluluk olmadıkça hiçbir şekilde cevap vermiyorum. Eleştirenler, bu kitap hakkında demeçler verenler olacaktır. Ama ben cevap hakkımı kullanacağımı sanmıyorum.

Şimdi yazdınız bitti ya, kendinizi nasıl hissediyorsunuz: İçinizdekileri dökmüş, rahatlamış gibi mi? Yoksa, ‘Eyvah şimdi kıyamet kopacak!’ gibi mi? Rahat mısınız, gergin mi?

- Açık yüreklilikle söyleyeyim: Bu benim 7. kitabım. Hiçbirinde bu kadar tedirginlik hissetmedim. En dipteki duygum bu: Tedirginim. Yani rahatlamış hissetmiyorum kendimi. Yazarken ajite oldum, şimdi de gergin ve tedirginim. Ama normal, dile kolay 18 yıl, bütün kariyerimi ben Cumhuriyet’te inşa ettim ve orayı hakikaten çok sevdim.

E o zaman acı da duymuş olmanız lazım...

- Evet. Ayşe, karım, tanıktır. Ben tam 13 yıl günlüklerimi açmadım. Bundan bir yıl önce bu kitabı yazmaya karar verdiğimde açtım. Ve hemen geri kapattım. Sanki o günlüklerden birtakım hortlaklar çıkmış, dans ediyordu. 6 ay tekrar elimi süremedim. Kolay olmadı yani. Pek çok karışık duygu yaşadım.

Peki en en en dipte başka bir duygu var mıydı, intikam gibi? 13 yıl beklemeniz, bana ‘İntikam şarabı soğuk içilir’ özdeyişini hatırlattı...

- Hayır hayır intikam yok. Bu kitapta en ağır eleştirdiğim insan, İlhan Selçuk. O benim bildiğim İlhan Selçuk’tan daha başka biri olmuştu. Ben bu İlhan Selçuk’u tanıyamıyordum...

Sizce bu kitaba nasıl tepki gösterecek?

- Bilmiyorum. Benim tanıdığım İlhan Selçuk bu gibi şeyleri görmezlikten gelir ve yok sayar. Yine öyle davranabilir diye düşünüyorum. Ama belli de olmaz...

Neden o günlükleri tuttunuz? İşin içinde bir hesap-kitap var mıydı: ‘İleride ben Cumhuriyet’in kitabını yazarım!’ gibi...

- Yazmak için not aldığım kesin. İlk kitabımı yazmaya da Kenan Evren’le çıktığım bir gezide karar verdim. 82 yılıydı, ben Cumhuriyet’in genel yayın müdürüydüm, Evren de darbenin lideri ve cumhurbaşkanı. Beni uçağın önüne çağırdı, karşısına dikti, ‘Bak, dünkü gazetede kasıtlı olarak şunu şunu yapmışsın. Bu olur mu söyle!’ dedi, bir çocuk gibi azarladı. Tepki versem, bir telefonla gazeteyi kapatacak. İşte o an 12 Eylül günlüğünü tutmaya karar verdim. Tank Sesiyle Uyanmak ve Demokrasi Korkusu o günlüklerden çıkmıştır. Bu son kitapta da, Cumhuriyet’in yayın yönetmeniyken tuttuğum günlükten yararlandım. Hatta kitabın bazı yerlerinde günlüğe dönüyorum.

Benim bildiğim genç kızlarla hamileler günlük tutar...

- Bir de gazeteciler! Batı’da, özellikle de Amerika’da, gazeteciliğe adım atanlara şöyle nasihat ederler: ‘Mutlaka günlük tut.’ Ben çok faydasını gördüm, bütün genç meslektaşlarıma tavsiye ederim.

Siz kendinizi ‘aşmış’ hissettiğiniz için mi bu kitabı yazdınız?

- Estağfurullah. Ama doğrusunu isterseniz şu var: Bazı şeyleri bir noktada söylemek tecrübe ve cesaret gerektiriyor. Mesela Türkiye’nin birtakım tabuları var, askeri eleştirmek bizim basında hálá zor iştir. Ya da son dönemde Orhan Pamuk’a sahip çıkmak. Buna benzer tabular Cumhuriyet’te de vardı. İlhan Selçuk’a ‘Sen demokrasi cephesinde değilsin artık. Senin bu görüşlerin, askere davetiye çıkarman falan, faşizmi çağrıştırıyor!’ demek kolay olmuyor. Çok tepki alıyorsun. Ben Cumhuriyet’te vazonun kırılmasına yol açan gelişmelerde ‘Çekiliyorum’ diyebilirdim, ama kendime yediremedim. ‘Madem böyle düşünüyorsunuz, ben de kavga edeceğim’ dedim. Bunu söylediğim vakit, Murat Belge ‘Ya sen ne yaptığını biliyor musun’ dedi, ‘Şu andan itibaren 30 bin yeminli düşmanın oldu!’ İnsan iddiası uğruna bazen bunları da göze alıyor...

Cumhuriyet’i görünce hicap duyuyorum bunun bir numaralı müsebbibi İlhan Selçuk

O dönemin gazetecileri daha mütevazıymış, şimdiki gazeteciler kendi fotoğraflarını dana gözü gibi koyuyorlar...

- Bugün hem gazete patronları hem de gazete yöneticileri fazlasıyla kendilerini seviyorlar!

Bu sizi rahatsız mı ediyor?

- Bir bakıma benim ölçülerime aykırı bunlar.

Kendinizi gereğinden fazla önemsiyor olabilir misiniz?

- Herkes ama istisnasız herkes kendini önemser. Kendi ilkelerini, koyduğu ölçüleri de önemser. Şimdi tabii bu pencereden bakınca, benim görsel basında bugün pek çok şeyi eleştirmem doğal, çünkü biz Cumhuriyet’te ciddi bir gazete yaptık. Ne var ki bana da insanlar, ‘İyi ama sen de az sattın, sadece 130 bin!’ diyebilir. Doğrudur az sattık, ama etkiliydik. O satışa göre ilan gelirlerimiz de iyiydi.

Vazo kırılmasaydı, Hasan Cemal-İlhan Selçuk kavgası başlamasaydı ne olurdu? Cumhuriyet nereye giderdi, nasıl gelişirdi?

- Vazoyu kırmamış olsaydık, Cumhuriyet, bugün hiç olmazsa 160-170 bin satan etkili, bağımsız, sözü dinlenen bir gazete olurdu. AB’yi savunan ama AB’ye karşı çıkan yazarları da bünyesinde barındıran. Laikliği çok geniş bir şekilde yerli yerine oturtan ama dindarları da dışlamayan...

Ne hissediyorsunuz Cumhuriyet Gazetesi görünce...

- Hicap duyuyorum. Bunun da bir numaralı müsebbibi İlhan Selçuk. Tek adam saltanatını kurdu ve Cumhuriyet’i adeta bir parti haline getirdi. Kızıl Elma koalisyonunun yayın organı...

Peki Cumhuriyet Gazetesi’ndeki ‘yeni’nin temsilcisi olarak kendinizi ideolojik olarak yenilmiş hissediyor musunuz?

- Yenilmedim diyecek halim yok. Yenildim tabii. Ama zaman beni haklı çıkardı, benim fikirlerim Türkiye’de daha üstün geldi. Cumhuriyet’in savunduğu fikirler ise azınlıkta kaldı ve fena halde inişte...

İDEOLOJİK ZAPTİYECİLİK VE DÜŞÜNCE POLİSLİĞİ

İlhan Selçuk’la ilgili kitaptaki tariflerim ne yazık ki olumlu değil: İdeolojik zaptiyecilik yaptığını söylüyorum. Aydınlanma, Kemalizm ve milliyetçilik anlayışının faşizme kapı açtığını belirtiyorum. Ve düşünce polisi olduğunu ekliyorum.

Haberin Devamı

İNKAR ETMİYORUM HAFİF BİR KİBRİM VAR

Bize ne faydası var bütün bu okuduklarımızın?

- Gazetecilik nedir, ne değildir, ciddi gazetecilik nedir ne değildir, bu konularda fikir sahibi olabilirsiniz. Türkiye’deki demokrasinin halleriyle ilgili de bir sürü şey öğrenebilirsiniz...

Siz pek sık kullanıyorsunuz bu ‘ciddi gazetecilik’ lafını. Hafif bir kibir hissediyorum...

- İnkar etmiyorum, bu konuda hafif bir kibrim var. Çünkü biz Cumhuriyet’te ‘ciddi gazetecilik’ yaptık. Fikir gazeteciği ya da ‘Quality paper’, adına artık sen ne dersen de. Haliyle inandığım bazı şeyler var: 1. Gazeteyi, gazeteciler yapar. 2. Sadece gazetecilerden köşe yazarı olur. Başka iş sahiplerinin, gazetede sürekli köşe sahibi olmalarını sakıncalı buluyorum. 3. Genel yayın müdürleriyle patronlar arasındaki çizginin çok dikkatli çizilmesi gerekir. 4. Yazı işleriyle finans ve marketing bölümleri arasındaki çizginin de öyle. 5. Aynı şekilde haber ve yorum bölümleri arasındaki çizginin de...

Son olarak şu an yayın yönetmeni olmayı tercih eder miydiniz?

- Deli miyim? Aldous Haxley’in bir lafı var: ‘Gazeteyi yöneten adam, bana cehennem ateşini bir kova suyla söndürmeye çalışan bir meleği hatırlatır’ diyor. Oysa, ben şu anda cennetteyim. Müthiş mutluyum. Önüm kesilmiyor. Kendi gündemimi yaratıyorum. İstersem Hakkari’den yazıyorum, istersem Brüksel’den. Üstelik gazetecilik kimliğimi ön plana çıkararak yazıyorum. Daha ne isterim? Belamı değil herhalde!

GEN. YAY. MÜD. SENDROMU

Bir kere genel yayın yönetmeni oldun mu, hep genel yayın yönetmeni kalırsın! O koltuktan ayrılsan da öyledir, en azından havan devam edip gider. Bir virüs gibidir genel yayın yönetmenliği, içinden kolay çıkmaz. Ondan sonra hep kendi yaptığın gazeteyi beğenirsin. Başkası ağzıyla kuş tutsa da değişmez bu. Sen yine mutfakta kendi arkadaşlarınla pişirdiğin gazeteyi beğenir ya da bir zamanlar kendi yaptıklarını özlersin.

ONUN DÖNEMİNDE KİMLER GELDİ KİMLER GEÇTİ

CUMHURİYET’TE ÇALIŞMIŞ ÜNLÜ GAZETECİLER

Osman Ulagay, Meral Tamer, Hadi Uluengin, Faruk Bildirici, Mine Kırıkkanat, Yalçın Bayer, Cengiz Çandar

CUMHURİYET’TEN ÇIKAN YAYIN YÖNETMENLERİ

Sedat Ergin, Okay Gönensin, Yalçın Doğan, İsmet Berkan, Umur Talu, Tuğrul Eryılmaz, Ufuk Güldemir, Kerem Çalışkan, Mehmet Tezkan, Serdar Turgut, Tayfun Devecioğlu

İŞİNE SON VERDİĞİ GAZETECİLER

Doğan Hızlan, Cengiz Çandar, Yalçın Doğan, Cengiz Turan

36 yıl bu piyasada kalınca hem kavga ediyorsun hem sevişiyorsun

Birlikte çalıştığınız insanlar hakkında önce şahane şeyler yazıyorsunuz, sonra birden ‘dan’ diye çakıyorsunuz, olumsuz şeyler sıralamaya başlıyorsunuz. Yalçın Doğan, Cengiz Çandar, Sedat Ergin... Size sinir olacaklar!

- Meslek hayatımda 36. yılı doldurdum. Bu kadar uzun süre piyasada kalınca hem kavga ediyorsun hem sevişiyorsun. Yani böyle gidiyor, ne yapacaksın. Üstelik bunun adı ‘çakmak’ değil, hakikati yerli yerine oturtmak. Yalçın mesela, çok iyi arkadaşımdır, ama elinden gelse Milliyet’in genel yayın müdürüyken, işime son verirdi. Hiç kuşkum yok bundan. Neden? Çünkü Cumhuriyet’teyken ben onun işine son vermiştim. Düşmanlığı devam ediyor. Zaten herkesin içinde söylemişti: ‘Şimdi sıra bende’ diye. Cengiz Çandar hakkında da şöhreti kaldıramadığını yazmıştım, ki doğrudur. Sedat’a gelince, Ertuğrul Özkök’ün onu bizden almasını içime hiç sindiremedim, kendimi ihanete uğramış gibi hissettim. Bu tür pek çok anektod var kitapta...

Hasan Cemal, Emine’yle (Uşaklıgil) fingirdiyormuş, doğru mu?

Bir yıl kadar evimin dışında yaşadım. O zaman Nadir Nadi, Uğur Mumcu’ya sormuş: ‘Hasan Cemal, Emine’yle (Uşaklıgil) fingirdiyormuş, doğru mu?’ Böyle bir şey olmadığını Allah’tan Uğur da biliyor, ‘Yok efendim’ diyor. Nadir Bey de ‘Söyle ona eğer böyle bir şey yaparsa, onu gazeteden atarım’ diyor. Bu bir renktir. Yazmasam da olurdu ama bu anektodu kitaba aldım.

KİTAPTAN

Berin Nadi:  İlhan’a bak Stalin gibi yürüyor

15 Ekim 1988. Bebek Camii. Feyyaz Tokar’ın baldızının cenazesi. İlhan Selçuk, başında bir zamanlar Almanya’da daha çok komünistlerin giydiği ve ‘solcu simgesi’ sayılan Alman denizci kasketi. Gümüş rengi saçları siyah kasketin altından gelişigüzel fırlamış... Gözlerinin altı şiş şiş... Kalabalığı yararak yürüyor. Berin Hanım beni dürtüyor: ‘İlhan’a bak, Stalin gibi yürüyor!’ Bu benzetmeyi sık sık yapar İlhan Selçuk için. Berin Hanım’a göre İlhan Selçuk ‘Moskovacı bir komünist’tir. Bunu bazen pat diye yüzüne karşı şaka yollu söyler. İlhan Selçuk’tan hoşlandığı söylenemez.

Uğur Mumcu-İlhan Selçuk arasında Stalin kavgası

17 Ocak 1990. İlhan Selçuk (...) Stalin’i şu çerçevede savunmuş:

‘1917’nin ateşinde pişti Stalin, Lenin’den sonra Rusya’da iktidarı ele geçirdi; yüz halktan oluşan Sovyetler’i örs ve çekiç arasında dövdü.(...) Kimileri taptı Stalin’e, kimileri kin bağladı; ama ‘komünizmin çarı’ öteki dünyaya göçtüğünde 1917’nin fikirleri, sosyalizmin ilkeleri, ortalığa saçılıp yayılmıştı.’

17 Şubat 1990. Uğur Mumcu Stalin konusunda İlhan Selçuk’a cevap veriyor:

‘Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde 786 bin kişi kurşuna dizilmiş. Stalin ve Hitler... İki kanlı diktatör, ikisi de insan kasabı...’

Yaşar Kemal: Koca Cumhuriyet’i askerin gazetesi haline getirdi İlhan Selçuk

19 Ekim 1997. Akşamüstü (Yaşar Kemal’i) görmek için Frankfurter Hof Oteli’ne gittim. Bir ara Cumhuriyet ile İlhan Selçuk’tan açıldı konu. Şöyle dedi: ‘Koca Cumhuriyet’i askerin gazetesi haline getirdi İlhan Selçuk. Bana, benim gazetemde, Cumhuriyet’te ‘vatan haini’ denmesine sesini çıkarmadı. Yıllar önceydi. Paris’te Abidin Dino’ya sormuştu, ‘Yaşar Kemal burada hakikaten tanınıyor mu?’ diye.. Bu ne biçim kıskançlık! İlhan’ı ben soktum Cumhuriyet’e. Her gün onun yazısını Nadir Bey’e getirip okuturdum, ‘Alın bu adamı Cumhuriyet’e’ derdim. Yoksa nereden okuyacaktı Nadir Bey, İlhan’ın yazılarını?’

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!